29 Ağustos 2017 Salı

Ölümün Bekçisi

Ahmet’e ithafen,

Sabahın sekizinde, üzerinde bütün gecenin alışılmış yorgunluğuyla sallana sallana evine gidiyordu. Maltepe paketinden bir tane sigara çıkarıp yaktı. Kendisi işini bitirmiş uykuya dalacakken, insanlığın daha yeni uyandığını, işlerine koşuşturduğunu görmek, onun için garip bir duyguydu. İsmi Osmanlı döneminden kalmış Sekban Caddesi’nin, şu anki kalabalıktan bunalmış haliyle, eski günlerini aradığını hissedebiliyordu. Köşede poğaça satan yaşlı dayı hala tezgâhını açmamıştı. Hasta mı olmuştu acaba? Böylesine hızlı düşüncelerin kafasından geçmesinin sebebi insanlardı. Herkes adeta ne yaptığından bihaber hızlı yaşıyordu. Onun hayatında ise, zaman oldukça yavaştı. Her zaman insanlardan biraz uzak kalmayı tercih etmişti; ama hayatını değiştiren yaptığı hatadan sonra, insanlardan iyice uzaklaşmıştı. Ortadan ayırdığı saçlarını eliyle geriye attı, sigarasından derin bir nefes daha alıp bir saniyeliğine durdu ve eve varana kadar bu insan girdabının içinden geçme zorunluluğunun sıkıntısını, bütün vücudunda hissederek yaşadı.

Sokağın başındaki fırından her zamanki gibi sıcak bir ekmek aldı, dış kapının bir türlü yaptırılmayan kilidiyle bir süre boğuştuktan sonra, yöneticiye içinden söverek apartmana girdi. Kapıya vurdu, anahtarı olmasına rağmen Elif’in kapıyı açmasını severdi. Elif de bunu bilir, bir kulağı kapıda saat sekiz buçuğa yaklaşırken masaya son kahvaltılıkları dizerdi.

-       -  Hoş geldin.
-       -  Hoş bulduk. Çok yoruldum bugün. Kurt gibi açım. Kahvaltıyı yapalım, hemen yatacağım.

Eşinin bu kasvetli halini içten içe seven Elif, kahvaltıya onun çok sevdiği çemeni de koyduktan sonra çaydanlığın altını kapattı ve bardaklara çay doldurdu. Ahmet elini yüzünü yıkamış, üstünü değiştirip gelmişti. Gözlerinden uyku akıyordu. Sıcacık ekmeğe sıkınmayı çok sevdiği haşlanmış yumurtayı ve soğanı koyup büyük bir parçayı hızlıca ağzına tıktı. Attığı koca lokmayı sindirebilmek için, çayını ağzı yanmasın diye höpürdeterek yudumlamaya başladı. Ekmeğin sonlarına doğru yumurta bittiğinden, çemeni ekmeğine sürüp, çayının son yudumuyla aynı anda bitirmişti. Elif, eşi daha bir şey demeden bir çay daha koydu ve buzdolabının üstünde duran kül tablasını Ahmet’e uzattı. Ahmet, sigarasını yaptığı kahvaltının doruk noktasını yaşarcasına çekerek rahatladı. Eşinin sigara içmesine içten içe üzülse de, bir yandan da onun bu halinden tahrik olur; onu, içi gıdıklana gıdıklana izlerdi. Havadan sudan biraz lafladıktan sonra Ahmet yattı.

Saat 4 gibi kalktı. Damağında, hala yumurtanın, soğanın ve çemenin tadını alabiliyordu. Tuvalette uzun uzun işedikten sonra oturma odasına geçti ve açık olan televizyonu gayriihtiyari izlemeye başladı.

-        -  Uyuyabildin mi iyi?
-        -  Uyudum uyudum. Atıştırmalık bir şeyler var mı? Çay da koysan iyi olur, bir altlık yapayım.
      - Çay var zaten altını açayım, sütlaç var bir de dolapta. Şimdi getiririm.

Ahmet ellerini geriye doğru uzatıp gerindi. Tam rahatlamışken Elif içerden seslendi.

-        - Bayadır dışarı çıkmıyoruz. Cavidanlara mı uğrasak?

İçine, böyle zamanlarda hep olduğu gibi bir yumru oturan Ahmet’in keyfi kaçtı.

-        -  Basri’yle aramız eskisi kadar iyi değil. Boş ver şimdi Cavidanları.
-        -  Niye, ne oldu da Basri’yle bozuştunuz?
-        -  Bozuşma değil de, çocuk değiliz artık; herkes işinde gücünde, ister istemez araya mesafe giriyor.

Vanilyalı sütlacını çayla beraber yiyen Ahmet her zamankinden iki saat önce evden çıktı. Yaptığı suçun bütün yükü omuzlarında, mezarlığa doğru yürümeye başladı. Bir buçuk saat önce Ahmet’i karşısında gören mesai arkadaşı şaşırdı; ama Ahmet’in canının sıkkınlığından nöbeti devraldığını öğrenmek isteyince, ona belli etmeden havalara uçtu.

Ahmet küçücük kulübesine geçti, paltosunu çıkarıp astı. Sonbahar kendini iyice hissettirmeye başlamıştı. Geceleri artık daha soğuk oluyordu. Ufak bir ısıtıcı almak lazımdı. Burası, insanlardan kaçıp saklanabildiği bir sığınak gibiydi. Kim mezar bekçisi olmak isterdi ki? Küçükken gassallık gibi garip işler yapan insanları merak eder, neden böyle işlerde çalıştıklarına şaşırırdı. Bir mezar bekçisi olacağını hayal edemezdi tabii ki; ama kendisine bir türlü yakıştıramadığı hatasından sonra, hem kendisinden hem de insanlardan kaçabilmek için, bu maaşı dolgun işe seve seve razı olmuştu. İlk başta ürkütücü gibi dursa da, bir yandan da bunu, kendisine verdiği bir ceza gibi görüyor, içi rahatlıyordu. Nefes alamaz gibi olunca dışarı çıktı ve mezarlıkların arasında yürümeye başladı. Ölüme bu kadar yakın olmak, ölüme alışmak, garip bir duyguydu. Artık ölüm çok normal geliyor; eskisi gibi akrabalarının cenazelerinde gözyaşı dökemiyordu. Kendisinin de bir gün öleceğini, bunun kaçınılmaz olduğunu ve bundan hiç korkmadığını bilmek, garibine gidiyordu.

Basri, Cavidan…

Birkaç yıl önce en yakın iki arkadaşından biri olan Basri’ye, büyük ihtimalle hayatında yiyebileceği en büyük kazığı atmıştı. Bir anlık boşlukta, Cavidan’la ikisinin de ömür boyu pişman olacakları bir beraberlik yaşamışlardı. Kendilerini hiçbir zaman affetmemişlerdi. Ahmet, o günden beri Basri’nin yüzüne bakamaz olmuştu. Yakın arkadaş oldukları için, düğününde Basri her şeyden habersiz sağdıcı olmuş; birkaç hafta boyunca Cavidan’la ikisi aynı ortamda bulunmak zorunda kalmışlardı. 
Ahmet’i mezar bekçiliğine sürükleyen ve hayatını sürekli sırtında bir ağrı varmış gibi yaşatan sebep buydu işte. Artık aklına arada sırada gelse de, yaptığı bu kötülük, onun ruhunun ayrılmaz bir parçası olmuş; üzüntüsü adeta kronikleşmişti.

“ Celal Avşin, 1920-1964. 44 yaşında ölmüş. Daha gençmiş, acaba neden öldü? ” Mezarın üstündeki otlardan çok fazla ziyaretçisi olmadığını anladı. Ne zaman canı sıkılsa, kafasını dağıtabilmek için mezar taşlarının üzerindeki yazıları okur; ölülerin yaşlarını hesaplar, hepsi için ayrı ayrı hikayeler yazardı. Yarım saat ölümün arasında yürüdükten sonra, kulübesine döndü ve çay koydu. Sandalyesini dışarıya çıkardı. Etraftan kuru dal parçaları toplayıp ateş yakmaya koyuldu. Akşam karanlığı çökecekti az sonra. İçeride feneri, televizyonu ve radyosu olsa da, bazı geceler ateş yakmayı sever; alevlerin o hipnoz edici görüntüsüne bakarak biraz olsun kafasındaki düşüncelerden sıyrılırdı. Rüzgâr soğuk soğuk esip mezarlığı ürpertse de, ateşin o tatlı sıcaklığını yüzüne vurduruyor, kaçak çayın kokusunu ise uzaklara taşıyordu. Defterini çıkarıp bir şeyler karaladı. Bazen yazardı böyle. Aklına ne gelirse... Ne ateş, ne çay, ne de yazmak… Hiçbiri içindeki huzursuzluğu gideremedi. Sandalyesini içeri taşıyıp radyosunu açtı. Gecenin ortasında, sabahın olmasına daha saatler varken, bu genç adam, bir başına mezarlıkta, küçücük bir kulübede zamanı öldürmekle meşguldü. Radyo kanallarını ayarlarken çıkan o cızırtılı sesi duymayı severdi. Biraz uğraştıktan sonra, yayını çeken bir kanal bulmuştu ve spikerin sesinden anlaşıldığı üzere, tam istediği gibi ağır bir programdı. Albert Kamü diye bir adamdan bahseden spikeri yarım yamalak dinlerken, spiker ölümden söz etmeye başladı. İster istemez dikkat kesilmişti. O adamın ünlü bir sözü varmış. “Kendimi öldürmeli mi; yoksa bir bardak kahve mi içmeli? ” Bu soruyu kendisine sorduktan sonra, kahve içmeyi tercih eder, intihardan vazgeçermiş. Bir an, kendisine aynı soruyu sordu. İntihar etse ne değişecekti? Hayatı anlamlı mıydı? Bu şekilde bir ömür geçirse mutlu olacak mıydı? Küçükken çok başarılı, çok zengin biri olmak istediğini hatırlayıp gülümsedi.

Elif’in üzüleceğini düşündü. Bir yandan da, Elif’e ve Basri’ye yaptığı bu haksızlığı, yaşadığı sürece devam ettireceğini düşünüp, intihar kolay bir yol gibi geldi. Donarak ölecek insan, bir süre sonra kendisini bırakırmış, ölüm tatlı gelirmiş. Çay mı içmeli, intihar mı etmeli düşüncesi aklından çıkmıyordu. Sigarasını yakıp dışarı çıktı. Gece gece, selvi ağaçları ve rüzgârın işbirliğiyle çıkardığı korkutucu seslerin arasından yürümeye başladı. Ölüme aslında alışıktı, onun hep dibindeydi. Bir mezar bekçisi intihar ederek mi ölecekti? Oldu olacak kendi mezarını da kazsındı. Saatler bir türlü geçmiyordu. Sigaraları ardı ardına yakıyordu. Bir dışarı çıkıyor, bir içeri giriyordu. Radyoyu artık dinleyemiyordu. Kendisine bir bardak çay daha koyarken, o soruyu bir daha sordu kendine. Bu sefer, aslında o sözü duyduğu andan itibaren kendini hazırladığı cevabı verdi.

“ Sanırım kendimi öldüreceğim. Bundan önce de yaptığım kötülüğü itiraf edeceğim. Elif’in ve Basri’nin bunu okumasını istiyorum. Sabah beni bulduklarında, günlüğü eşime teslim edeceklerdir… ” Hayatında bilinmesini istediği her şeyi yazarken uzun süredir hiç bu kadar mutlu olmadığını fark etti. Mutlu olmasını garipsiyordu; ama bir türlü engel de olamıyordu. Ölümüne, kendisinin karar vermiş olmanın garip bir tadı ve gururu vardı. Hayatı, uzun süredir ilk defa anlamlı geliyordu. 


Sabah, Ahmet’i tabancasıyla kendisini vurmuş bir şekilde buldular. Defterini Elif’e verdiler. Elif, Basri’ye hiçbir zaman bu gerçeği anlatmadı. Günlerce ağladı, sıkıntısını tek başına yaşadı. Utancından kimseye bir şey diyemedi. Acısını hafifletmek, insanlara anlatmak için, içinde inanılmaz bir istek duyuyordu. Sanki birileri onu anlasa, ona üzülse, ona acısa ve Ahmet’e küfretse içi rahatlayacaktı.

Aylarca böyle yaşadıktan sonra, hem kendini rahatlatmak hem de Ahmet’le Cavidan’ın yaptıklarını herkese duyurmak için, günlüğü, belki yayınlanır umuduyla, gazetede hayat hikayeleri yazan bir gazeteciye gönderdi…


* Ortabahçe dergisi için yazılmıştır.

27 Nisan 2017 Perşembe

Mahmut_the_fly


Günün ilk ışıklarıyla uyandım. Hava bugün o kadar güzel ki denize kadar uçup deniz havası almak istiyorum. Bizim çocuk daha uyanmamış, gidip uyandırayım onu da. En sevdiğim, en eğlendiğim işlerden birisi. Uyuyan birinin yüzüne konup tam eliyle vuracakken kaçmak. Bu iş için oldukça çevik olmalısınız. Yoksa ya sakatlanırsınız ya da maazallah ölürsünüz. Ben doğduktan 2-3 gün sonra yapmaya başladım. Burada doğdum. Yaklaşık 1 hafta oldu. 1-2 hafta sonra da bu diyarlardan göçüp gideceğim. Dünyadaki en şanslı sineklerden birisiyim herhalde. Çünkü beni seven bir sahibim var. İçgüdüsel olarak dünyaya geldikten sonra insanlardan kaçarken B. bu evden çıkmama izin vermedi. 2-3 gün boyunca pencereleri, kapıları kapalı tuttu ve benimle konuşmaya, yemek vermeye başladı. Ben de iyi niyetli biri olduğunu hissettim ve aramız şu anda çok iyi. Bana Mahmut diyip duruyor. Bu ismi sevdim ben de.

Ve evet oyun başladı sayın seyirciler. İnsanlar en çok burunlarından ve kulaklarından huylanıyorlar. Öncelikle buruna güzel bir iniş yapalım. İlk vuruş sağ elden geliyor ve ıska. Hadi ama B. daha iyisini yapabilirsin. İlk vuruştan sonra sola dönüyor, yine döndü işte. Böylece sağ kulak açıkta kaldı. Sağ kulağın tam içine doğru girip hızlıca çıkmalısınız. Çünkü ilkine göre daha uyanık ve savuşturma daha hızlı gelecektir. Mahmut çok gülüyordu. Bu oyundan aldığı zevki hiçbir şeyden almıyordu. Keşke B. hep uyusa. B. “ Oğlum Mahmut, bir gün öldürteceksin kendini, dikkat et bak, istemsizce elimi sallıyorum. Gel hadi omzuma, içeri gidip kahvaltı edelim. ”

B.’nin eliyle omzuna dokunması demek, buraya kon demekti. Mahmut, bunları öğrenmişti artık. Ona günaydın der gibi çevresinde bir tur dönüp omzuna kondu.

B. mutfakta güzel bir kahvaltı hazırlayıp salona götürdü. Beraber kahvaltılarını yaptılar. Kahvaltı tabağına konmasına kızmıyordu. Kahvaltıdan sonra B. kendine bir bardak daha çay koyup televizyonu açtı. Mahmut denize gitmek için sabırsızlanıyordu. Kokusunu alabiliyor, nerede olduğunu hissedebiliyor, antenleri kaşınıyor, bir an önce gitmek istiyordu. Dışarı çıkmak istediğini anlatmak için sürekli camın etrafında uçup, ara sıra da kendini acındırmak için cama çarpmaya başladı.

B. daha önceden de çok sinek baktığı için bu günün geleceğini biliyordu. Bu, kritik bir gündü. Eğer şimdiye kadar iyi bir bağ kurabildiyse, ya bu gece ya da birkaç gün içerisinde geri dönecekti Mahmut. Kuramadıysa bu onu son görüşüydü. Onu son bir kez avucunun içine alıp, işaret parmağıyla yavaşça başını okşadı ve camı açtı.

Mahmut giderken B.’nin üzgün yüzünü gördü ve ona olan sevgisi daha da arttı. B. kendine güveniyordu, geri geleceğini düşünüyordu, araları iyiydi. Şimdiye kadar baktıkları sinekler arasında en iyi Mahmut’la anlaşmıştı. Mahmut’un da dönmemek gibi bir planı yoktu zaten. Birkaç gün dolaşıp geri dönecekti. Son günlerini burada geçirmek istiyordu. Tabiki başına bir iş gelmezse.

Mahmut sallana sallana, sağa sola kona kona ikindine yakın Beşiktaş’a vardı ve sonunda denizi gördü. O anı hiç unutmayacaktı, büyüleyiciydi. Dükkanlar, insanlar, kocaman vapurlar, güzel yemek kokuları, çevredeki türlü türlü sinekler, büyük martılar… Fazla gözü olduğu için hepsine ayrı ayrı bakabiliyordu. Tek sıkıntı, hepsini ilk defa gördüğü için kafasında bir yere oturtması zor oluyordu. Resmen baş döndürücüydü; ama bir o kadar da güzeldi.

Mahmut, ertesi sabah sahilde çok fazla arkadaş edindi. Hepsiyle saatlerce oynadı; yalnız içlerinden biri vardı ki tanışmaya can atıyordu. Çok güzeldi, onunla bir gelecek düşünüyordu, ciddiydi. Aklına B.’yi özlediği geldi bir anda, buruklaştı. Kaybedilecek zaman yok, geri dönmeliyim diyerek gidip onunla tanıştı. Beraber saatlerce uçtular, hızlı bir birliktelik yaşamışlar, yakında çocuk bekliyorlardı. Akşama doğru onu B. ile tanışmaya, ondan korkmaması gerektiğine ikna etti ve beraber Mecidiyeköy’e doğru uçmaya başladılar.

Aradan 2 gün geçmesine rağmen B. umudunu kaybetmemişti ve Mahmut’un geleceğine inanıyordu. 2 gündür, gelirse diye pencereleri gece-gündüz hep açık tutuyordu. Akşama doğru salondaki kanepede esen rüzgarla iyice mayışmış ve uyuyakalmıştı. Mahmut eve girdiğinde onu uyuklar gördü ve mutluluktan havaya uçtu. İki sinek beraber dikkatlice Mahmut’un burnuna ve kulaklarına dostça saldırmaya başladılar. Hiç elini bile savurmadan mutluluktan uyanan B. “Mahmuut, hoş geldin. Çok özledim seni.” diye avcunu uzattı. Eşine korkmaması gerektiğini söyleyip beraber B.’nin avucuna uçtular.

Mahmut’un yanında bir sinek daha gören B. işi anlamış ve çok gülmüştü. “Ulan Mahmut, ne adamsın. İyi bakalım, nolacak sofraya bir tabak daha koyarız.” Hala gülüyordu, ilk defa baktığı bir sinek aile kuracaktı. Çoktan çocukları olacağını tahmin etti.

Bu arada B. eve yavru bir kedi almıştı. Kedilerin sineklerle oymamayı çok sevdiğini biliyor; ama yavru bir kedinin iki yetişkin sinekle başa çıkamayacağını bildiğinden Mahmut ve eşinin güvenliğinden korkmuyordu. “Y. bak sana iki tane arkadaş geldi, gece gündüz sıkılmadan oynayabilirsin onlarla.”

Y. iki sineği görür görmez üstlerine atlamıştı. Mahmut ve eşi için de bu oyun çok eğlenceliydi. Kedilerin yorulana kadar atlayıp zıplayıp sonunda yorgunluktan uyuyakalmaları onlara çok komik geliyordu. Öyle de oldu. İki saat oradan oraya zıplayan Y. sonunda onları yakalayamayacağını anlayıp kendini kanepeye attı ve uyuyakaldı. B. de üçünü iki saat boyunca güle güle izledi. Sonunda Y.’nin bayılmış gibi kendini bırakıp uyuyakalmasına ise kahkaha attı.

Mahmut’un eşi eve göz atmak için içeri uçmuştu. Sanki fırsattan istifade eder gibi gelip B.’nin avucuna kondu ve keyifli keyifli elleriyle kafasını okşadı. Bu, mutlu olduğu anlamına geliyordu. Mahmut’u o halde gören B. onun mutlu olduğunu anlamıştı. Sonradan çevresinde keyifli keyifli tur atmaya başlayan Mahmut yorulmuş, gelip avcunun içine ölmüş gibi yatmıştı. O an Mahmut’u o şekilde gören B. onun yakında ömrümü tamamlayacağını hatırladı ve içi sızladı. Yıllardır ilk defa bir sinekle bu kadar yakındı, ilk defa bir sineğin bu kadar akıllı olduğuna şahit oluyordu. Keşke daha uzun yaşayabilse diye içinden geçirirken bir anda yakında çocukları olacağı aklına geldi ve biraz da olsa mutlu oldu. 

Akşam instagramda gezerken B. tilkilerin, sincapların, rakunların ve daha bir çok evcil olmayan hayvanların hikayesi paylaşılırken neden Mahmut’un da hikayesini tüm dünyaya duyurmayım diye düşündü. Zaten ilk günden beri her anlarını fotoğraflıyordu. “Mahmut_the_fly” diye bir hesap açtı. Başta iki kişiyle başlayan bu dostluk sonradan çocuklarla beraber 10 kişi olmuştu. Altına İngilizce açıklamalarla Mahmut’un ve ailesinin fotoğraflarını, avucunda-omzunda çekindikleri selfileri, Y.’nin onlarla oynarkenki fotoğraflarını, beraber yaptıkları kahvaltıları ve daha bir sürü fotoğrafı Mahmut’un instagram hesabına koydu. Bu inanılmaz dostluk bilim dünyasında şok etkisi yarattı, bir ton soru işareti bıraktı. Sevginin gücü günlerce konuşuldu. Dünyada evrensel bir şekilde sevilmeyen sineklere haksızlık yapıldığı anlaşıldı, dünyanın her yerinden destek mesajları geliyordu. Protestolar yapıldı, televizyonlarda sinek belgeselleri gösterilmeye başlandı. Mahmut’tan sonra dünyanın her tarafından yeni sinekle dostluk fotoğrafları, haberleri gelmeye başladı. Mahmut bütün dünyaya ilham olmuş, bir anda belki de binlerce yıldır sevilmeyen sineklere başka bir gözden bakılmasına sebep olmuştu. İncelemek için insanlar gelmek istediler. B. reddetti. İnsanlar Mahmut’un hikayesini paylaşıyor, her yerde birbirlerine anlatıyorlardı. Bir sinek ve bir insanın dostluğu. Evcilleşen sinek. Bu başlıklarla tüm dünyada haberler çıkmıştı. Bütün bu olaylara B. inanamıyor ve her gördüğünde gözleri doluyordu. Çünkü Mahmut ve eşi çoktan ölmüştü. B. buruk olsa da Mahmut’un hikayesini yaşattığı ve herkes bildiği için biraz da olsa içi rahattı. Bu hikayeden sonra ona da sineklere fısıldayan adam demeye başladılar.


Bütün bunlar olurken evde her şey yolundaydı. Sinekler ve Y. beraber oynuyorlardı. B. ilk defa baktığı bir sineğin çocuklarına bakmanın tam adlandıramadığı garip bir duygusu içerisinde kanepede oturmuş televizyon izliyordu. Uyuyakaldı. 8 sinek saatlerdir bu anı bekledikleri için keyiflice çok sevdikleri sahiplerinin yüzüne doğru konmaya başladılar…

17 Nisan 2017 Pazartesi

16 Nisan Pazar / Deli Mutfağı

Annem bugün salça kavanozunu verip açmamı istedi. İlk başta açamayınca da iyice bir güldü. Babamla onu konuştuk daha yeni, kadınlar neden erkeklerin kavanoz açamamasından bu kadar eğleniyor; illaki açmamız mı gerekiyor? Daha sonra havlu yardımıyla açtık ama annem güleceğini güldü zaten.

Osman’ın doğum günü hediyesi : Deli Şapkacı Shaco ve Zonta Gragas kostümleri. Teşekkürler Osman. Uzun bir süredir bu kostümleri bekliyordum.

Nargile denilince aklıma Ümit abi geliyor hep. Geçenlerde beraber yeni keşfettiği Sadıkpaşa Konağı’na gittik. Kadıköy’de hem mekan hem de nargile olarak yeni favorim. Yaban mersinini denemelisiniz.

Hep karanlığın bir köşesinden sızan küçük bir aydınlığı umut olarak niteleriz. Olaya diğer taraftan baksak, aydınlığın küçük bir köşesindeki belirsiz bir karanlık. Korku.

Faydalı İngilizce kalıplarda bugün : None of your business = sanane. Facebook, Sarcasm sayfasında güzel İngilizce caps’ler paylaşılıyor. Güldüğümüz şeylerin, yaptığımız esprilerin ne kadar evrensel olduğuna hem şaşırır hem de eğlenerek İngilizcenizi geliştirebilirsiniz.

Iphone notlardan : Esra Gizem’in yeğenleri Elif ve Ceren’le yazın uçurtma yapılacak.

40 yama kültürümüzü araştırıp yapabilirsiniz. Herkesin kolaylıkla yapabileceği bir şey çok da eğlenceli.

Şimdi annem ve babamla hazır beraberken hikaye yazma oyunu oynayacağız. Bakalım nasıl bir şey çıkacak. Herkes bir cümle söylüyor ve hikaye üç kişinin hayal gücüyle kimsenin hayal bile edemeyeceği bir yere gidiyor. Bana çok keyifli geliyor. Annem, ben ve babam sırasıyla gidiyoruz. Yılların edebiyatçısı anneme ilk sırayı verdik. 

“ Gece karanlık, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor. Pencerenin kenarına geçmiş sigaramı içiyorum. Bu yılın geçmiş yıllara göre daha bereketli geçeceğini düşünüyorum. Çiftçinin karnını yararsan kırk tane ya nasip çıkarmış, bizimki de o hesap. Sigaramdan son nefesi dertli dertli çekip dışarı attım ve bulaşık suyunu koymak için soğuk mutfağıma gidiyorum. Bulaşığı yıkadıktan sonra elime çıramı alarak ağıldaki yavrulayacak keçi ve koyunlara bakmaya gittim. Yaş kemale erdi, bu işler de zoruma gitmeye başladı. Eve dönerken uzaklardan gelen bir arabanın farlarını gördüm. Arkasından koşan köpeklerin havlamaların da gelenin yabancı olduğunu anladım. Gündüz olsaydı işimiz kolaydı.  İçimden bir ses, gelen kişinin yıllar önce yattığım hapishaneyle alakalı olduğunu söylüyordu. Gelen misafirlere ne yedirip ne içireceğimi düşünmeye başladım. İçimin ürpermesine rağmen şu anki tek derdimin yiyecek içecek olmasına da hayret ettim doğrusu. Bugün çok yorulduğu için erken yatan Hatice’yi uyandırdım. Gelen konukları nasıl ağırlayacağımızı konuştuk. Ne de çabuk karar vermiştik, sanki bize geliyorlardı.
---
Bu son cümleyi yazıp yarım saat konuyu nasıl bağlayacağımı düşündüm.
---
Misafirlerin bize gelmediğini anlayınca yatmadan önce Hatice’yle ağıla gidip Alakeçi’nin ikiz yavruladığını gördük.
---
Köy hayatıyla ilgili yazdığım ilk tecrübem ve gerçekten zorlanıyorum. Filtre kahvemi doldurduktan sonra yarınki Paris konferansını düşünmeye başladım.
---
Sabah torunum Ömer ikiz yavruları çok sevdi. O anda karar verdim, ikizlerden birini ona vereceğim. Ömer’lerin oynadığı sakız ağacının altına gidip öğle sıcağında biraz soluklanacağım.

- Ömer, bana kuyudan soğuk bir su getir… “

Hikayeyi, annem köy hayatını ve konuyu sevmediği için bitirmek zorunda kaldık.  Burada sıkıcı, sıradan ve karmaşık bir hikaye gibi dursa da arka planında biz çok eğlendik ve çok güldük.


5 Nisan 2017 Çarşamba

Merhaba

Yıllar birbiri ardına hızla eklenirken üniversite zamanlarının nasıl geçtiğini, ne ara mezun olduğumuzu bile anlamayacağız büyük ihtimalle. Günümüzün çoğunu geçirdiğimiz İşletme Fakültesi, üniversitelerin genelde en sevilen, kantinine diğer bölümlerden en fazla insanın geldiği fakültelerden biridir. Dışardan her ne kadar havalı ve ilgi çekici dursa da içerde işler o kadar da kolay değildir. Rekabet her zaman vardır. Hepsi birbirinden yetenekli insanların, özellikle kızlarımızın güzelliği ve iyi tarzlarıyla oluşturduğu arkadaş gruplarının arasından geçerken kendini podyumda zannedersin ve bu grupların arasına karışmak da zordur. Mühendislik açısından ise çok zor olmadığı için en çok eğlenen fakülte de burasıdır. Partisiz bir işletme fakültesi düşünülemez.

İşletme Fakültesi, İTÜ gibi teknik bir üniversitede en sosyal, en sözel fakültelerden biridir. İletişim, işletme ve endüstri mühendislikleri için olmazsa olmaz kavramlardandır. İletişim yollarımız ise son on yıldır hızla değişmekte. Bizim jenerasyon çoğu konuda şanslı olduğu kadar bazı konularda da çok şanssız. Örneğin, sosyal medya ve teknolojiyle ilk defa biz bu kadar karşı karşıya kaldık ve gerçekten nasıl davranmamız gerektiğini bilmiyoruz, düşe kalka öğreneceğiz büyük ihtimalle ve ilerde ona göre çocuklarımızı yönlendireceğiz.


‘’ We do not have wifi. Talk to each other. Pretend it’s 1995. ‘’ yazısını çok beğendim. ( İnternetimiz yok. Birbirinizle konuşun. 1995'teymiş gibi yapın. ) Keşke Türkiye’de de bunun örneklerini görebilsek. Buna çok ihtiyacımız var. Sosyal medya,wifi, 4g, şarj… Bizim için vazgeçilmezler listesine çoktan girdiler. Yeri geliyor, sırf instagrama güzel bir fotoğraf koyabilmek için bir yerlere gidiyoruz, bir etkinlik yapıyoruz. Akşam tatlı bulduğumuz bir köpekle güzel bir snap yakalayabilmek için yarım saat köpeği şekilden şekle sokarak maskara ediyoruz. Facebooktaki profil fotoğraflarımıza gösterdiğimiz özeni belki de yaşadığımız evde, odalarımıza göstermiyoruz. Dışarıda arkadaşlık, sevgi anlamında tatmin olamadığımız her ne kadar duygu varsa aldığımız like’larla bastırıyoruz ve mutlu oluyoruz. ‘mış gibi yaşıyoruz. Normal yollarla elde edemediğimiz duyguları aynı vücut geliştiricilerin supplement kullanması gibi dışardan ‘’ ek gıda ‘’ olarak alıyoruz.
---
Hazırlıktan sonra 3 sene okula ara verdim ve bir network şirketinde çalıştım. O 3 sene gecemi gündüzümü işime verdim ve hem yaşıma hem de Türkiye standartlarına göre iyi para kazandım. Geçen sene bazı nedenlerden dolayı işimi bıraktım ve okula geri döndüm. Çalıştığım dönemde biz de sosyal medyaya çok fazla önem veriyor ve ekiplerimize tek tek sosyal medya nasıl daha efektif kullanılır’ın eğitimini veriyorduk. Tabiki ben de bu arada çoktan girdaba kapılmış, sürükleniyordum. Az önce örneklerini verdiğim gibi artık bazı şeyleri sırf sosyal medya hesaplarıma fotoğraf atabilmek için yapıyordum. Sosyal medya için mi çok eğleniyordum; yoksa eğlenceli bir hayatım olduğu için mi hesaplarım gayet doluydu ve bol “like” alıyordum, ben bile karıştırır olmuştum. İyi para kazandım cümlesini kurmamın sebebi ise ben dahil hepimiz iş hayatına atılmak, para kazanmak ve hayatlarımızı kurmak için heyecanlıyız; ama kısa da olsa o dönemleri yaşayıp okula geri dönmüş biri olarak iletişim, insan ilişkileri, dostluk gibi değerleri bu hızlı hayatımızda gözden kaçırmamamız gerektiğini anlatmak istemem.  

Bir haftalık ara tatilde her türlü yazarım diye düşündüğüm bu yazıyı klasik öğrenci işi, teslimin son günü yazıyorum ve bugün benim doğum günüm. 24 yaşındayım artık. Normal dönemimden 3 yaş büyüğüm, kardeşim de 96’lı olduğu için çoğunuzu hem arkadaşım hem kardeşim olarak görüyorum. 19 yaşında para kazanmaya başlayınca paranın büyüsüne, biraz da çocukluğumdan dolayı, kapılıp hep daha çok çalıştım ve eski arkadaşlarımın çoğuyla iletişimim kesildi. Doğal olarak bazı dostluklarımı kaybettim. Şimdi dönüp bakıyorum da o yaşta ne güzel bir tecrübe edinmişim. Para yerine dost biriktirme felsefesinin çok daha önemli olduğunu gördüm ve şimdi gece gündüz uğruna zaman harcayacağım tek şey dostluklarım olur herhalde.

Her Şey Seninle Başlar kitabının yazarı Ahmet Şerif İzgören’in çok güzel bir iletişim sınavı var. 6 ay üzerine düşündüğü final sorularını öğrencilerin cevaplaması ise sadece 5 dakika sürecektir normalde. Bunlardan 50 puanlık iletişim sorusu ise şu: “ 5 yıldır bu okulda öğrencisiniz, 5 yıldır sınıflarınızı temizleyen, benim her sabah kapıda gördüğüm, müstahdem bir hanım var,sadece adını yazın. ‘’ Ahmet Şerif hoca sınıftan dışarı çıkar ve içeriyi dinler. Herkes birbirine sormasına rağmen kimse cevabı bilmez… Hikayenin uzun versiyonunu internette çok rahat bulabilirsiniz ve kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim.

Mezun olup gidecekken hala okuldan içeri girerken Fatma ablaya kart göstermek zorunda kalmamalıyız. “ Günaydın Fatma abla, nasılsın?” diye kartımızı hiç göstermeye gerek kalmadan girebiliriz. Dünya tatlısı çaycı Şenol abimize gidip “ Bir çay alabilir miyim?” demek çok resmi kalıyor. Onunla tanışan herkes muhabbet etmeyi ne kadar sevdiğini bilir. Keşke bir gün, kütüphanede çalışan ablaların ismini ben de bilmiyorum, hep beraber kütüphaneye gidip sıkılmışsınızdır diye onlarla sohbet etsek. Keşke Fatma ablanın, Şenol abinin doğum günlerini bütün fakülte hep beraber şenlik havasında kutlayabilsek…

İletişim demek, işe başladığımızda yöneticilerimizle veya çalışanlarımızla anlaşabilmek için kullanacağımız bir araç değil sadece. Sabah asansörde karşılaştığımız çocuklu aileye günaydın diyelim, çocuğa göz atıp istemsiz gülmesini sağlayalım. Her gün uğradığımız pastanecimizin ismini öğrenip, evden dönerken annemizin yaptığı kurabiyelerden, poğaçalardan birini ona götürelim. ‘’Bugün de sen benim annemin yaptığı kurabiyeyi ye, seninkinden güzel olmasın çok güzeldir Erol abi’’ diyelim. Mahallede oynayan, top koşturan küçüklerin isimlerini öğrenip ‘’ Naber Arif, oğlum öyle vurulur mu o topa? ‘’ diyelim…


Telefonlarımızdan başımızı kaldırıp çevremizdeki insanlarla ilgilenmeye başlayalım. Hayatımızın çok daha güzel olacağına eminim. Hepinizi seviyorum.

*İTÜ Endüstri Mühendisliği Kulübü Optimum dergisi için yazılmıştır. 

25 Mart 2017 Cumartesi

Toplumun Bireyi

Ve baba çocuğuna Günaydın'ı öğretti. Sabah vakti, ister evde ister dışarda tanıdığın, tanımadığın herhangi biriyle karşılaştığında gülerek söylersin dedi.

Afiyet olsun'u öğretti. Yemek yemek için masasına oturduğun, tanıdığın, tanımadığın herkese  söylersin dedi.

İnsanların beğendiğin bir eşyası, huyu, davranışı vb. herhangi bir şeyi olduğu zaman bunu dile getir diye öğretti. " Şapkan güzelmiş." diyebilirsin mesela diye örnek verdi. İltifat etmek, insanları mutlu eder dedi.

Esnaflardan işini iyi yapan birisiyle karşılaştığında yanına git ve onu takdir et dedi. Mesela, bir lokantada güzel bir yemek yediğinde ustaya git ve " Elinize sağlık, yemekler çok güzel olmuş. " de diye örnek verdi. Takdir etmek, işini iyi yapan insanları motive eder ve toplumumuzda böyle insanlara ihtiyacımız var dedi.

Birisinin sana büyük veya küçük fark etmez, bir yardımı dokunduysa teşekkür et dedi ve birisi sana teşekkür ettiğinde rica ederim diye karşılık ver dedi.

Baba çocuğuna bunları küçükken öğretti büyüyene kadar kullansın, alışsın diye.

Baba - çocuk ilişkisi miydi önemli olan? Bunları öğrense de karşılık bulamadığı toplum muydu? Eğitime çok takılıp öğretim kelimesini mi atlamıştık acaba?

Bitmeyen sorular, belirsiz cevaplar.

Toplumun insan üzerinde iki etkisi oluyor. Ya insan üzerinde itici güç olup onu daha iyi olmaya zorluyor ya da insan kendisini istediği kadar geliştirsin onu aşağıya çekiyor, ilerletmiyor. Bu anlamda bireysel gelişim ve toplumsal gelişim birbirinden ayrılmaz iki nosyondur.

Tbirey = Az gelişmiş ve gelişmekte olan toplumlarda kendini geliştirmek isteyen birey eninde sonunda toplum tarafından kısıtlanır. Burada iki yol çıkar karşısına. Toplum dediğimiz kavram, binlerce yıllık bir birikim. Kısa sürede bir şeylerin düzeltilemeyeceğini bilip toplumu ileriye götürmek adına kendini gelecek nesilller için feda etmek. Ya da gelişeceği başka bir toplum bulmak.

TBirey = Gelişmiş ülkelerde toplum, bireyi iyi olmaya itici bir güç şeklindedir.

Tbirey - TBirey











26 Şubat 2017 Pazar

1

Gece, anne şefkatiyle köyün üzerini örtmüş, bu masum ve fakir insanların rahat bir uyku çekmelerini nemli gözlerle izliyordu. Üç arkadaş kerpiç evin taştan yüksek girişinde oturmuşlar, ayaklarını sarkıtıp keyiflice sohbet ediyorlardı. Ay ve yıldızlar o kadar net belli oluyordu ki sanki ayın üstündeki siyahlı girinti çıkıntıları bile fark ediyorlardı. Ellerinde, bakır bardakta içtikleri keçi sütü,  büyüklerden birinin uyanıp da onlara ''Yatın artık.'' demeleri tek kaygıları… Sessiz sessiz konuşmaları ise gecenin tek tesellisi, tek arkadaşı, tek avuntusu…  Sadece gece değil, damın üstünde küçük bir serçe de annesinden gizlice kaçıp gelmiş, onları izliyordu. Hava çok güzeldi ve bu saatlerde uçmaya bayılıyordu. Karşıda yıllar önce üst üste dizilmiş ve şu an kimsenin nedenini bilmediği bu taş duvarların arasında bir kertenkeleyle göz göze gelip birbirlerine gülümsediler. Çocuklar bu iki davetsiz misafirden habersiz sohbet ediyorlardı. Uzaklardan gelen köpek havlamalarını işittiler. Hep gecenin bu saatleri uzun uzun havlıyorlardı nedense.  O anda, büyük amcalarının köpeği önlerinden o kadar hızlı geçti ki üçü de içeriye bir anda nasıl kaçtıklarına şaşırdılar.

Akbaş, uzun süredir beklediği dövüşe doğru koşuyordu. Kendini bildi bileli bu üç çocuğu çok severdi. İkisi, onu her gördüğünde yemek verir, biri de onu görür görmez sevmeye başlar, başına ve sırtına uzun uzun masaj yapardı. İki yıldır güçlenmek için sürekli yemek yiyor ve arka mahalledeki yaşlılarla ve yaşıtlarıyla antrenman yapıyordu. Gelecekte, köyün davarını korumak için giden koca, heybetli, dövüşçü köpeklerin lideri olacağını bilmeden kavgaya doğru koşuyordu. Dövüşeceği köpek Korur, dört yıldır sürünün liderliğini yapıyordu. Onlarca dövüşe girmiş, hatta bir kere kurtlar açlıktan gözü dönmüş bir şekilde sürüye saldırdıklarında kurtlarla çarpışmış, en yakın arkadaşı Coz’u orada kaybetmiş; ama bütün kurtları boğmuşlardı. O günden sonra, bir daha hiçbir zaman eskisi gibi neşeli gören olmamıştı onu. Coz’u hala çok özlüyordu. Onun gibi mert bir çoban köpeği daha görmemişti.

Uzaklardan üstüne çılgın gibi koşan Akbaş’ı görünce neden geldiğini anladı. Uzun süredir sürüyü izlediğini ve kendisini süzdüğünü biliyordu. Beni yaşlanmış, kendisinin de güçlenmiş olduğunu düşünüyordu. Bir an kendi gençliği gözünün önüne geldi. Altıncı hisleri onun sürüye girmek için değil de sürü liderliğini istediğini söylüyordu. Eğer sürüye katılmak isterse, sürüdeki köpeklerden biriyle dövüşmek isteyip yeteneklerini kanıtlayabilirse sürüye alınabilirdi; ama direk üstüne doğru atılırsa bu liderliği istediğini apaçık gösterirdi.

Akbaş, tam Korur’un tahmin ettiği gibi direk Korur’un üstüne doğru koştu ve önünde durdu. Hırlayarak onunla dövüşmek istediğini belirtti. Diğer köpekler yana çekilmiş, uzun süredir liderlik dövüşü görmedikleri için heyecanla olacakları bekliyorlardı. Gerçi Korur’un yeneceklerini biliyorlardı; ama bu yine de görülmeye değer bir sahneydi.  Akbaş büyük bir istekle Korur’un üstüne atıldı; ama Korur onu kolayca defetti. Korur ya onunla dalga geçiyor ya da yaralamak istemiyordu. Hangisi olursa olsun, bu yaşlı köpeğin kendisiyle dalga geçmesine Akbaş çok sinirlendi ve bir daha üstüne atıldı. Korur ikinci hamleyi affetmedi ve onu sırtından güçlüce ısırdı. Akbaş, hayatında ilk defa bu kadar büyük bir yara almıştı. Sırtından akan kanları toprağın üstünde görüyor ve sırtında bir sıcaklık hissediyordu. Diğer köpekler liderlerine olan bağlılıkları ve hayranlıkları artmış bir şekilde mutlulardı. Akbaş’a gülen gözlerle bakıyorlardı. Akbaş, sürüye katılmak değil de liderle dövüşmek istediğini belirttiği için bu dövüşün ya geri çekilip bir daha asla sürüye girememesiyle ya da birinin ölmesiyle sonuçlanması gerekiyordu. Aylardır hayalinde yüzlerce kez gördüğü  bu dövüş sahnesini ve yaptıklarını hatırlayıp gücünü bir kez daha topladı ve Korur’a doğru koşmaya başladı.

Korur, normalde Akbaş’ın gitmesine izin verecekti. Öldürmek gibi bir niyeti yoktu. Sırtına açtığı yaradan akıllanır diye umduğu bu gencin üstüne tekrar koştuğunu görünce sinirlenip kendini tutamadı ve bütün gücüyle o da koşmaya başladı. İki köpek alt alta boğuşmaya başladılar.

Vitr namazını kılmış, seccadesini toplayan Ahmet Efendi, bir yandan dua ediyor, bir yandan da dışarıya çıkıp bu güzel gecede biraz hava almak istiyordu. Yalnızlık en çok geceleri bastırıyordu. Beş yıldır bu köyün imamlığını yapıyordu. Köylü onu çok sever, yıllardır evlendirmeye çalışırdı. Ahmet Efendi ise görücü usulü değil, gerçekten aşık olarak evlenmek istiyordu. O kişinin gelmesini bekliyordu. Ne kadar uzun sürerse sürsün bekleyecekti; ama işte geceleri yok mu geceleri... Geceleri, yalnızlık ayrı bir göğsünü ağrıtıyor, derin derin iç çekmesine neden oluyordu. Bazı günler kendi kendine ‘’Aman evlen de kurtul.’’ dediği bile oluyordu. Evi, köyün dışında, caminin dibindeydi. Evini seviyordu. Köylüyle hep beraber yapmışlardı. İnsanlardan uzak kalmayı seviyor, kendini daha rahat hissediyordu. Geceleri ara sıra minareye çıkar, köyü izlerdi. O durgun sessizlik o kadar hoşuna giderdi ki; ama aklına bazen yaptığını biri görse, ‘’ Hoca Efendi, orada ne yapıyorsun gece gece?’’ dese ne cevap veririm ki diye gelir ve gülümserdi. Evinin uzakta olmasının tek kötü özelliği, geceleri köyün köpekleri yakındaki tepeye gelir, ya dövüşür ya da havlarlardı uzun uzun. Pencereden üstüme kalın mı ince mi bir şey alsam diye bakacağı sıra dövüşen köpekleri gördü ve bağırmaya başladı.

Ahmet Efendi’nin bağrışları Korur’u kendine getirmiş ve Akbaş’ın ısırdığı derisini bırakmıştı. Akbaş’ı  öldürmek istemiyordu; ama pes etmemesi yüzünden çok zarar vermek zorunda kalmıştı. Onda, kendi gençliğini ve en yakın arkadaşı Coz’un yeteneklerini görmüştü. Onun kendisine saldırıp liderliği istemese, sürü için iyi bir köpek olabileceğini biliyordu. Keşke, dedi. Keşke gençliğinin verdiği toylukla böyle yapmasaydı… Onu yanına alıp yetiştirebilirdi bile. Bu yolu seçmiş olsa kendisi yaşlandığında sürüye liderlik yapabilecek güce ve tecrübeye de ulaşmış olurdu. Adil bir dövüş sonucu lider olabilirdi bile, kim bilir... Keşke yaşasa; ama bu yaralarla sabaha çıkması bile çok zordu.  Ona yardım etmek istedi; ama yapamazdı. Sürüde sorgulanırdı. Bu, bir lidere yakışacak bir davranış olmazdı. İstemeye istemeye uzaklara doğru koşmaya başladı. Diğer köpekler de güçlü liderlerinin peşinden, ilerde onun gibi bir köpek olma hayaliyle koştular.


Ahmet Efendi diğer köpeklerin gittiğini, sadece bir köpeğin yerde kanlar içinde yattığını görünce içi sızladı. Üstüne bir şey almadan koşa koşa Akbaş’ın yanına gitti. Köpeğin çok fazla yara aldığını, her yerin kanadığını görünce, üstünün başının batacağını bir saniye bile düşünmeden onu kucağına aldı ve evine kadar taşıdı. Aklına ne yalnızlığı ne de gecenin güzelliği geliyordu. Sadece acı içindeki bu köpeğin yaşamasını istiyordu. Gözlerinden ufak bir yaş süzüldü ve geceye doğru aktı.

29 Ocak 2017 Pazar

Yazıyorsak sebebi var.

29 Ocak 2017, sabah 05:07

Dear passengers, kalkıyoruz, kemerlerinizi bağlayın.

Kelimeler uyutmadı; ama bir şey çıkacak gibi de değil. Boş karın ağrısı. "Kelimeler albayım bazı anlamlara gelmiyorlar."

Oğuz Atay'ı yalayıp yutmuş ve bu küçük anektodla yüzünde hafif küçümser bir gülümsemeyle " Oğuz Atay ha! " diyen entellektüel arkadaşım, sorunun ne?

Bir dost istiyorum beni anlayan, bir sevgili, bir eş istiyorum kırmaya kıyamayacağım, bir gelecek istiyorum dostlarımla yalnız, bir köpek istiyorum beni sahiplenecek, bir alan istiyorum istediğim şeyi söyleyebileceğim, bir zaman istiyorum günün 24 saat olduğu, bir toplum istiyorum gülerek günaydınlaşabileceğim...

Sanki şöyle hiç bilinmeyen bir dille bir konuşsam her şeyi anlatabilecekmişim gibi, anlatacakmışım gibi.

05:18, Kulaklıkta Nilüfer'in Karışık Kaset filmindeki sahneleri hatırlatan Dünya Dönüyor şarkısı çalıyor.

Photoshoplu, filtreli bir ömür diliyorum.

İlerde çiftlerin birbirlerine anlatacak bir şeyi de kalmayacak. İnstagram'larına bir baksalar nereye gitmiş, ne yapmış, ne yemiş-içmiş, nasıl arkadaşlıklar kurmuş, ne giymiş, nelerden hoşlanır, hepsi var zaten. Hiç eğlencesi yok, keşfetmek yok, heyecan yok, sürprizler yok, merhaba bol like'lı hayatlar.

Eskiden insanların aklına en azından tuvalette bir şeyler gelirmiş. Şimdi orada bile insanlar boş zaman diye telefonla oynadıkları için düşünme yetimizi tamamen kaybettik.

Dolmuşta yanında bir valiz durunca kimin olduğunu bilmeden sahipleniyorsun. Onun düşmemesinden sen sorumluymuşsun gibi.

Bazen üstüme takım elbise diktirir gibi oturup düşüneyim, bir saç modeli çizeyim, bulayım. Berbere götürüp saçımı böyle kes diyeyim diyorum. Yapılabiliretesi var.

Yakında televizyonlarımızı her açtığımızda internetle güncellenecek şekilde bir dakika reklam izlemekten korkuyorum.

Çok insana çoğu zaman çok söyleyeceğim şey oluyor da dilim varmıyor.

Ama hissediyorum istediğim insanlarla istediğim gibi bir hayatın geldiğini. Ter atıyoruz ter.

Bir dostum var onu anlatmaya kıya...

Muavinleri otobüsteki 45 insanı gerebilecek veya rahatlatabilecek donanıma sahip insanlardan seçiyorlar bence.

Torrrnet, torrrnet.

Uyuyamıyorum hocam, kabuk değiştiriyorum, zor oluyor.

Bll'm aryrm. Edwrd'n bn sn br asr bkldm shnsndk gb sszlgn hsstgm Bll'm aryrm.

05:41, düşüncelerden dönme dolap yaptım, dönüyorum düşünemeyecisine.

05:48, iyi geceler dear passengers indik.

























21 Ocak 2017 Cumartesi

Ocak ayının 21. günü

21 ocak cumartesi, saat 14:13. Daha doğrusu benim saatime göre 14:13, normalde 13:57 olması lazım. Benim saatim 16-17 dakika ilerde. Hayat kurtarıyor, tavsiye ederim. İzmir’deyim. 1,5 aydır hayalini kurduğum finalsiz, sınavsız, okulsuz hayatın ilk durağındayım. İzmir, İstanbul’a göre çok daha güzel. Buca’da kalıyorum Osman’ın yanında. İnsanlar çok sakin, kimse sinirli değil, telaş yok, medeni; çoğu öğrenci zaten. İstanbul’la, Mecidiyeköy’le alakası yok.

Dün yemek yapmak için, biraz da Osman’a sebze yemeklerini öğretmek için markete uğradık. Biberin, kabağın kilosu 6 lira olmuş. İnanamadık. Geçenlerde tüm tavuk aldık; onun da kilosu 6 liraydı. Aileler nasıl geçiniyor gerçekten merak ediyorum. Enflasyon dedikleri bu olsa gerek. Hayat ne kadar pahalı. Birkaç cümle yazmıştım, geri sildim. Siyasetten, gündemden, olaylardan konuşmak istemiyorum. Yarın pazara çıkacağız. 1.5 aydır düzenli olarak pazara çıkıyorum. Çok özlemişim. En son sanırım 10 sene önce çıkmışımdır pazara. Bahara doğru teyzelerde olan pazar çantasından da alacağım. Her pazar klasiği gibi yarın menüde balık var. Pazarda balık çok ucuz oluyor. Bizim karşıdaki balıkçıya göre zaman zaman yarı yarıya oluyor.

Bugün 41. gün. Yeni hayatın 41. günü. Bazı radikal (@osman) kararlar aldım. Teknolojiden elimden geldiğince uzak, televizyonsuz, habersiz, sigarasız, düzenli spor ve yemek yaparak, farklı konularda araştırmalar ve projeler yaparak ve benzeri, liste uzar gider, geçecek yeni hayatın 41. günü. Her şey istediğim gibi gidiyor.

Notların hepsi açıklanmadı. Akademik takvime göre, açıklanması gereken sürenin üstünden 6 gün geçti. Hocalarımız, bazıları profesör, aynı öğrencilerin son gün proje, ödev teslim etmesi gibi uzattıkça uzatıyorlar. Yazık. Ülkenin geleceğini oluşturacak gençlerin yetiştiği bari şu üniversitelerde işler düzgün işlesin.

Aklımda tarzı farklı bir esnafla röportaj yapma fikri vardı. Geldiğim ilk gün gittiğimiz kafede şansa Serdar abiyle tanıştık. Aradığımız kanın onda olduğu çok belliydi. Pazartesiye sözleştik. Pazartesi günü eğlenceli bir röportaj olacak gibi geliyor.

Uzun süredir yazı yazamıyordum. Finallere çalışmaya bir ay önceden başlamıştım. O sürede yazamadım; ama doldum resmen. Büyük ihtimalle ardı ardına yazılar yazacağım uzun bir süre. ‘’Bugün ne öğrendim?’’ gibi bir proje var tasarıda, yaparım belki.

Geçenlerde canım çıtır tavuk çekti, bir tarif bulup yaptım. Efsane oldu. Tarifini vereceğim. Kesinlikle deneyin. Tavuk göğsü ve but yenmesi açısından daha tatlı oluyor, kanat da olabilir. Artık ne seviyorsanız, ne kadar yemek istiyorsanız bir tencereye koyun. Bir su bardağı sütün üstüne birkaç damla limon sıkıp birkaç dakika bekleyin. Bu sürede kimyasal tepkime gerçekleşip süt biraz daha yoğunlaşıyormuş. Tarifin yalancısıyım. Tavukların olduğu tencereye sütü döküyoruz. Üstünü geçsin, geçmezse biraz daha koyarsınız. En az yarım saat bekleyin diyor. Ben de dayanamayıp yarım saat bekledim; ama bence yetti. Bir gün dolapta bekletilirse daha güzel olurmuş. Yarım saatte bile tavuklar yumuşacık oldu, bir gün beklerse dağılır gibi geliyor. Sosu için un, sebze çeşnisi, karabiber, acı toz biber, tuz ve sarımsak kurusu. Sarımsak kurusunu ben bulamadım. Sebze çeşnisini önceden de kullanıyordum tavuklarda. Bim’de 2-3 TL’ye satılıyor, tadı da çok güzel. Ben hepsini karıştırıp ağzıma biraz attım eksik gedik var mı diye. En çok undan koydum çünkü çeşninin zaten tadı keskin. Unlu bir baharat karışımını tatmak ister misiniz bilmiyorum; ama tadı güzeldi. Sonrası basit zaten. Sütlü tencereden tavukları çıkarın, sosla bulayıp kızartın. Afiyet olsun. Yapan olursa fotoğraf yollasın.

İzmir’de Dokuz Eylül ve Ege Üniversitesi gezi kulüplerini arattım google’da bir şey bulamadım. Sordum bizim çocuklara yok dediler. Gezitü’den biri olarak tanışır, beraber gezeriz diye düşünüyordum. Gezi kulübü olmazsa olmazı gibi geliyor bir üniversitenin. Toplu bir şekilde gezilip, kamp kurulmadan, küçük gruplar halinde otostoplar yapılmadan üniversite bitirilir mi hiç? Üniversitenizde gezi kulübü yoksa sizin önayak olmanızı rica ediyorum. Sonra ayarlayıp hep beraber sırt çantalarımızı alıp gezelim.

Dün diyetimi bozdum ve lol attık sscm, Esperanza42 ve 3Osmanbey5’le. Shaco’yu özlemişim. 6. Seviye oldum sonunda. Bir de Shaco’ya kostüm aldık mı tamamdır.

Hecekulübünde’ki alegori ve metafor yazısı google aramalarında çıkar olmuş. Dün Mustafa dedi, ben de teyit ettim. İkinci sayfada çıkıyor gerçekten. İnsanlara ulaşabilmek mutluluk verici.