29 Ağustos 2017 Salı

Ölümün Bekçisi

Ahmet’e ithafen,

Sabahın sekizinde, üzerinde bütün gecenin alışılmış yorgunluğuyla sallana sallana evine gidiyordu. Maltepe paketinden bir tane sigara çıkarıp yaktı. Kendisi işini bitirmiş uykuya dalacakken, insanlığın daha yeni uyandığını, işlerine koşuşturduğunu görmek, onun için garip bir duyguydu. İsmi Osmanlı döneminden kalmış Sekban Caddesi’nin, şu anki kalabalıktan bunalmış haliyle, eski günlerini aradığını hissedebiliyordu. Köşede poğaça satan yaşlı dayı hala tezgâhını açmamıştı. Hasta mı olmuştu acaba? Böylesine hızlı düşüncelerin kafasından geçmesinin sebebi insanlardı. Herkes adeta ne yaptığından bihaber hızlı yaşıyordu. Onun hayatında ise, zaman oldukça yavaştı. Her zaman insanlardan biraz uzak kalmayı tercih etmişti; ama hayatını değiştiren yaptığı hatadan sonra, insanlardan iyice uzaklaşmıştı. Ortadan ayırdığı saçlarını eliyle geriye attı, sigarasından derin bir nefes daha alıp bir saniyeliğine durdu ve eve varana kadar bu insan girdabının içinden geçme zorunluluğunun sıkıntısını, bütün vücudunda hissederek yaşadı.

Sokağın başındaki fırından her zamanki gibi sıcak bir ekmek aldı, dış kapının bir türlü yaptırılmayan kilidiyle bir süre boğuştuktan sonra, yöneticiye içinden söverek apartmana girdi. Kapıya vurdu, anahtarı olmasına rağmen Elif’in kapıyı açmasını severdi. Elif de bunu bilir, bir kulağı kapıda saat sekiz buçuğa yaklaşırken masaya son kahvaltılıkları dizerdi.

-       -  Hoş geldin.
-       -  Hoş bulduk. Çok yoruldum bugün. Kurt gibi açım. Kahvaltıyı yapalım, hemen yatacağım.

Eşinin bu kasvetli halini içten içe seven Elif, kahvaltıya onun çok sevdiği çemeni de koyduktan sonra çaydanlığın altını kapattı ve bardaklara çay doldurdu. Ahmet elini yüzünü yıkamış, üstünü değiştirip gelmişti. Gözlerinden uyku akıyordu. Sıcacık ekmeğe sıkınmayı çok sevdiği haşlanmış yumurtayı ve soğanı koyup büyük bir parçayı hızlıca ağzına tıktı. Attığı koca lokmayı sindirebilmek için, çayını ağzı yanmasın diye höpürdeterek yudumlamaya başladı. Ekmeğin sonlarına doğru yumurta bittiğinden, çemeni ekmeğine sürüp, çayının son yudumuyla aynı anda bitirmişti. Elif, eşi daha bir şey demeden bir çay daha koydu ve buzdolabının üstünde duran kül tablasını Ahmet’e uzattı. Ahmet, sigarasını yaptığı kahvaltının doruk noktasını yaşarcasına çekerek rahatladı. Eşinin sigara içmesine içten içe üzülse de, bir yandan da onun bu halinden tahrik olur; onu, içi gıdıklana gıdıklana izlerdi. Havadan sudan biraz lafladıktan sonra Ahmet yattı.

Saat 4 gibi kalktı. Damağında, hala yumurtanın, soğanın ve çemenin tadını alabiliyordu. Tuvalette uzun uzun işedikten sonra oturma odasına geçti ve açık olan televizyonu gayriihtiyari izlemeye başladı.

-        -  Uyuyabildin mi iyi?
-        -  Uyudum uyudum. Atıştırmalık bir şeyler var mı? Çay da koysan iyi olur, bir altlık yapayım.
      - Çay var zaten altını açayım, sütlaç var bir de dolapta. Şimdi getiririm.

Ahmet ellerini geriye doğru uzatıp gerindi. Tam rahatlamışken Elif içerden seslendi.

-        - Bayadır dışarı çıkmıyoruz. Cavidanlara mı uğrasak?

İçine, böyle zamanlarda hep olduğu gibi bir yumru oturan Ahmet’in keyfi kaçtı.

-        -  Basri’yle aramız eskisi kadar iyi değil. Boş ver şimdi Cavidanları.
-        -  Niye, ne oldu da Basri’yle bozuştunuz?
-        -  Bozuşma değil de, çocuk değiliz artık; herkes işinde gücünde, ister istemez araya mesafe giriyor.

Vanilyalı sütlacını çayla beraber yiyen Ahmet her zamankinden iki saat önce evden çıktı. Yaptığı suçun bütün yükü omuzlarında, mezarlığa doğru yürümeye başladı. Bir buçuk saat önce Ahmet’i karşısında gören mesai arkadaşı şaşırdı; ama Ahmet’in canının sıkkınlığından nöbeti devraldığını öğrenmek isteyince, ona belli etmeden havalara uçtu.

Ahmet küçücük kulübesine geçti, paltosunu çıkarıp astı. Sonbahar kendini iyice hissettirmeye başlamıştı. Geceleri artık daha soğuk oluyordu. Ufak bir ısıtıcı almak lazımdı. Burası, insanlardan kaçıp saklanabildiği bir sığınak gibiydi. Kim mezar bekçisi olmak isterdi ki? Küçükken gassallık gibi garip işler yapan insanları merak eder, neden böyle işlerde çalıştıklarına şaşırırdı. Bir mezar bekçisi olacağını hayal edemezdi tabii ki; ama kendisine bir türlü yakıştıramadığı hatasından sonra, hem kendisinden hem de insanlardan kaçabilmek için, bu maaşı dolgun işe seve seve razı olmuştu. İlk başta ürkütücü gibi dursa da, bir yandan da bunu, kendisine verdiği bir ceza gibi görüyor, içi rahatlıyordu. Nefes alamaz gibi olunca dışarı çıktı ve mezarlıkların arasında yürümeye başladı. Ölüme bu kadar yakın olmak, ölüme alışmak, garip bir duyguydu. Artık ölüm çok normal geliyor; eskisi gibi akrabalarının cenazelerinde gözyaşı dökemiyordu. Kendisinin de bir gün öleceğini, bunun kaçınılmaz olduğunu ve bundan hiç korkmadığını bilmek, garibine gidiyordu.

Basri, Cavidan…

Birkaç yıl önce en yakın iki arkadaşından biri olan Basri’ye, büyük ihtimalle hayatında yiyebileceği en büyük kazığı atmıştı. Bir anlık boşlukta, Cavidan’la ikisinin de ömür boyu pişman olacakları bir beraberlik yaşamışlardı. Kendilerini hiçbir zaman affetmemişlerdi. Ahmet, o günden beri Basri’nin yüzüne bakamaz olmuştu. Yakın arkadaş oldukları için, düğününde Basri her şeyden habersiz sağdıcı olmuş; birkaç hafta boyunca Cavidan’la ikisi aynı ortamda bulunmak zorunda kalmışlardı. 
Ahmet’i mezar bekçiliğine sürükleyen ve hayatını sürekli sırtında bir ağrı varmış gibi yaşatan sebep buydu işte. Artık aklına arada sırada gelse de, yaptığı bu kötülük, onun ruhunun ayrılmaz bir parçası olmuş; üzüntüsü adeta kronikleşmişti.

“ Celal Avşin, 1920-1964. 44 yaşında ölmüş. Daha gençmiş, acaba neden öldü? ” Mezarın üstündeki otlardan çok fazla ziyaretçisi olmadığını anladı. Ne zaman canı sıkılsa, kafasını dağıtabilmek için mezar taşlarının üzerindeki yazıları okur; ölülerin yaşlarını hesaplar, hepsi için ayrı ayrı hikayeler yazardı. Yarım saat ölümün arasında yürüdükten sonra, kulübesine döndü ve çay koydu. Sandalyesini dışarıya çıkardı. Etraftan kuru dal parçaları toplayıp ateş yakmaya koyuldu. Akşam karanlığı çökecekti az sonra. İçeride feneri, televizyonu ve radyosu olsa da, bazı geceler ateş yakmayı sever; alevlerin o hipnoz edici görüntüsüne bakarak biraz olsun kafasındaki düşüncelerden sıyrılırdı. Rüzgâr soğuk soğuk esip mezarlığı ürpertse de, ateşin o tatlı sıcaklığını yüzüne vurduruyor, kaçak çayın kokusunu ise uzaklara taşıyordu. Defterini çıkarıp bir şeyler karaladı. Bazen yazardı böyle. Aklına ne gelirse... Ne ateş, ne çay, ne de yazmak… Hiçbiri içindeki huzursuzluğu gideremedi. Sandalyesini içeri taşıyıp radyosunu açtı. Gecenin ortasında, sabahın olmasına daha saatler varken, bu genç adam, bir başına mezarlıkta, küçücük bir kulübede zamanı öldürmekle meşguldü. Radyo kanallarını ayarlarken çıkan o cızırtılı sesi duymayı severdi. Biraz uğraştıktan sonra, yayını çeken bir kanal bulmuştu ve spikerin sesinden anlaşıldığı üzere, tam istediği gibi ağır bir programdı. Albert Kamü diye bir adamdan bahseden spikeri yarım yamalak dinlerken, spiker ölümden söz etmeye başladı. İster istemez dikkat kesilmişti. O adamın ünlü bir sözü varmış. “Kendimi öldürmeli mi; yoksa bir bardak kahve mi içmeli? ” Bu soruyu kendisine sorduktan sonra, kahve içmeyi tercih eder, intihardan vazgeçermiş. Bir an, kendisine aynı soruyu sordu. İntihar etse ne değişecekti? Hayatı anlamlı mıydı? Bu şekilde bir ömür geçirse mutlu olacak mıydı? Küçükken çok başarılı, çok zengin biri olmak istediğini hatırlayıp gülümsedi.

Elif’in üzüleceğini düşündü. Bir yandan da, Elif’e ve Basri’ye yaptığı bu haksızlığı, yaşadığı sürece devam ettireceğini düşünüp, intihar kolay bir yol gibi geldi. Donarak ölecek insan, bir süre sonra kendisini bırakırmış, ölüm tatlı gelirmiş. Çay mı içmeli, intihar mı etmeli düşüncesi aklından çıkmıyordu. Sigarasını yakıp dışarı çıktı. Gece gece, selvi ağaçları ve rüzgârın işbirliğiyle çıkardığı korkutucu seslerin arasından yürümeye başladı. Ölüme aslında alışıktı, onun hep dibindeydi. Bir mezar bekçisi intihar ederek mi ölecekti? Oldu olacak kendi mezarını da kazsındı. Saatler bir türlü geçmiyordu. Sigaraları ardı ardına yakıyordu. Bir dışarı çıkıyor, bir içeri giriyordu. Radyoyu artık dinleyemiyordu. Kendisine bir bardak çay daha koyarken, o soruyu bir daha sordu kendine. Bu sefer, aslında o sözü duyduğu andan itibaren kendini hazırladığı cevabı verdi.

“ Sanırım kendimi öldüreceğim. Bundan önce de yaptığım kötülüğü itiraf edeceğim. Elif’in ve Basri’nin bunu okumasını istiyorum. Sabah beni bulduklarında, günlüğü eşime teslim edeceklerdir… ” Hayatında bilinmesini istediği her şeyi yazarken uzun süredir hiç bu kadar mutlu olmadığını fark etti. Mutlu olmasını garipsiyordu; ama bir türlü engel de olamıyordu. Ölümüne, kendisinin karar vermiş olmanın garip bir tadı ve gururu vardı. Hayatı, uzun süredir ilk defa anlamlı geliyordu. 


Sabah, Ahmet’i tabancasıyla kendisini vurmuş bir şekilde buldular. Defterini Elif’e verdiler. Elif, Basri’ye hiçbir zaman bu gerçeği anlatmadı. Günlerce ağladı, sıkıntısını tek başına yaşadı. Utancından kimseye bir şey diyemedi. Acısını hafifletmek, insanlara anlatmak için, içinde inanılmaz bir istek duyuyordu. Sanki birileri onu anlasa, ona üzülse, ona acısa ve Ahmet’e küfretse içi rahatlayacaktı.

Aylarca böyle yaşadıktan sonra, hem kendini rahatlatmak hem de Ahmet’le Cavidan’ın yaptıklarını herkese duyurmak için, günlüğü, belki yayınlanır umuduyla, gazetede hayat hikayeleri yazan bir gazeteciye gönderdi…


* Ortabahçe dergisi için yazılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder