30 Eylül 2016 Cuma

Karşılıksız Vermek

Açacaksın müziğini, yazacaksın saatlerce. Şimdiye kadar onlarca şey yazılmış olmasına rağmen yazılacak hala o kadar çok şey var ki. Olayları bir de kendi bakış açından anlamlandırıp yazacaksın. Neden yazar bir insan? İllaki herkesin kendisine göre bir amacı vardır; benim de yazmakta onlarca sebebim var. İlki, yazmam gerektiğini düşünüyorum. Hayata, insanlara, olaylara, kelimelere bakış açımı anlatmam gerektiğini düşünüyorum. Aldığımız kadar vermemiz gerekiyor, paylaşmamız gerekiyor. Yazarak karşılıksız vermeyi seviyorum. Düşüncelerimi insanlara karşılıksız veriyorum. Belki okuduklarıyla onların da akıllarında bir fikir canlanır, yeni bir düşünce geçer, belki de herhangi bir konuya olan bakış açısı değişir. Hepimizin fikirleri değerli, hepimiz farklı hayatlar yaşıyoruz, farklı tecrübeler ediniyoruz. Arkadaşlarımın da blogları olsa da yazdıklarını okusam keşke. Bunu çok isterdim. Yaşadıklarını kendi düşünceleriyle nasıl yorumladığını bilmek isterdim.

Kimsesiz çocukları ziyaret edip onların hayatları yazılır, bir insan tasvirlenebilir, yaşanmış ve ders alınması gereken bir durum paylaşılabilir, sporun Türk ailelerindeki yeri sosyolojik bir konu olarak araştırılıp yazılabilir, çok mutlu olduğun bir anı yazıya dökerek o hissetiklerini okuyucuya geçirebilecek miyim diye denenebilir, daha çok şey yazılıp çizilebilir.

Karşılıksız vermek çok önemli. Hiç tanımadığın bir insan yemeğini alıp masasına giderken afiyet olsun de. Biraz mutsuz birini mi gördün sabah, gülerek günaydın de. Apartmanının önünde tatlı tatlı futbol oynayan çocuklara marketten çikolata alıp ver. Miskin miskin yatan bir köpek sen geçerken gözünün içine bakınca marketten aç bitir sucuk alıp ver. Hiç tanımadığın bir insan yol sorduğunda ve gideceği yer yakınsa gideceği yere kadar bırak. Poşetlerle pazardan dönen yaşlı teyzenin poşetlerini evine kadar taşı. Bir dostunun yardıma ihtiyacı olduğunda git ve yardım et. Uzun süredir görüşmediğin birini sırf özlediğin için ara, konuş. Bunların hepsi karşılıksız vermek işte. Bencil insan, kendini düşünen insan mutlu olamaz. Bir tane söz okumuştum. Sadece bu dünyayı düşünenin dünya kadar derdi olur diye. Din, bambaşka bir konu. Oraya hiç girmeyeceğim; ama sözü değiştirebiliriz. Sadece kendisini düşünen insanın dünya kadar derdi olur. Her sabah evden dışarı çıkarken bugün bakalım kaç kişiye yardım edeceğim diye çık bakalım bir de.

Karşılıksız vermek kadar üretmek, çalışmak da çok önemli bence. Çalışmayan bir insan, bu dünyaya bir katkısı olmayan insan da mutlu olamaz. Tamam eğleneceğiz; ama sürekli de gırgırına yaşanmaz ki. Çalışmaktan kastım bu arada ders çalışmak değil. Ders çalışmak da güzel de zorunluluğu var. Benim demek istediğim bir zorunluluğun olmadan sırf istediğin için bir şeyler yapmak. Mesela yeni bir dil öğrenmeye karar verip bunun için çalışmak gibi. Üretmek ise şöyle; dünyaya, yaşamış olduğun topluma, daha da küçültürsek kendi akrabalarına vs. bir katkının olması. Canı sıkkın bir akraban var biliyorsun, onu ziyaret edebilirsin. Yaşı küçük yeğenine ders çalıştırabilirsin. Bir arkadaşının problemi için tanıdıklarınla bağlantı kurup sorunun çözülmesinde aracı olabilirsin. Bir sinema filmi çekip toplumun düşüncelerine yeni bir pencere daha açabilirsin.

Benden şimdilik bu kadar, iyi geceler.




10 Eylül 2016 Cumartesi

İçimizdeki İyi,Kötü ve Çirkin

Hepimiz biraz şizofreniz aslında. İçimizde birden fazla karakter barındırıyoruz. Bazen çılgın, bazen naif, bazen mantıklı, bazen saçma, bazen yakışıklı, bazen çirkin, liste uzar gider...

Sahipleri Ömer Pal Station’u açık bırakıp odadan çıktıktan sonra beş oyuncak çılgınca dans etmeye başladılar. Berke, Namık, Can, Johnny ve Doğukan. Namık müziğe aykırı, tek bildiği oynayış olan oyun havası çalar gibi oynuyordu. Berke sade, efendi efendi oynarken; Johnny küçüklükten beri alışkın olduğu için döktürüyordu. Hafif tekno, hafif break, hafif de Les Twins figürleriyle dansı izlemeye değerdi. Can, içinden nasıl geliyorsa öyle dans ediyordu. Doğukan ise güzel dans ediyor; bir yandan da kendi kabuğunu kırmaya çalışıyordu.

Hangi karakterin doğru veya yanlış olduğunu söylemek bize düşmez. Kimseye düşmez.  Doğru ve yanlışlar kişiden kişiye göre değişir. Zaten en sevmediğim sohbet , oturduğun insanın su  yüz derecede kaynar gibi ister siyaset olsun isterse inandığı bir konu olsun karşı tarafa kesin doğru gibi anlattığı ansiklopedik bilgilerden oluşan sohbet.

Mutluluğu başka bir yazımda en basit haliyle insanın kendini iyi hissetmesidir diye tanımlamıştım. Eğer o an naif karakterimizdeysek ve mutluysak sorun yok; ama ya o anda çılgın karaktere geçip öyle davransaydık daha mı mutlu olurduk ki? Bunun cevabını nasıl bileceğiz?

Oyuncaklar yorulup dinlenmeye geçtiler. Hepsi kendilerinin ve birbirlerinin danslarını hatırlayıp gülüyorlardı. Johnny ortaya bir fikir attı. Karşı evdeki barbie bebeklerle tanışmaya gidelim. Ömer zaten daha gelmezdi odaya. Can direk tamam diye atladı. Namık kendisine çok güvenemediğinden hayır deyip ilk oyunbozanlığı yaptı. Berke, -mahalledeki diğer oyuncaklar ne düşünür, ayıp olur- diye düşündü. Gitmek istese de hayır demek ağır bastı. Doğukan ise biraz çekinse de tamam dedi.

Her insanın bir çapı vardır. Herhangi bir kişinin olası çapını yazalım.

Okuduğu kitap sayısı ayda bir, okumayı sevdiği tür tarih kitapları. Sevdiği yemekler etli sebze yemekleri. Gezmeyi seviyor; ama plan dahilinde. Dersleri hiçbir zaman çok iyi değildi; ama ortalamanın üstündeydi. Film izleme gibi bir alışkanlığı yok. Arabaları seviyor, hayalindeki araba Audi A4. Sevdiği renkler siyah, mavi, gri,beyaz; ama sadece gömlekte, kahverengi. Sevdiği tatlılar şerbetli tatlılar. Ailesiyle arası iyi, akrabalarıyla da normal. Bayramdan bayrama arıyor. Ankara’da yaşıyor. 30’u gibi evlenmeyi düşünüyor ve iki çocuk istiyor. Spor olarak futbol izlemeyi seviyor ve ara sıra halı sahaya gidiyor. Vücudu klasik Türk vücudu, hafif göbekli, spor yapmıyor. Biraz eğlenceli, biraz sıradan bir hayatı var.

Johnny, Can ve Doğukan evden çıkarken  Namık ve Berke biraz pişmandılar; ama gidenlerin başlarına bir iş gelebileceğinden yanlış yaptıklarını konuşuyorlardı.

Johnny merhaba deyip kendisini ve arkadaşlarını tanıttı. Canları sıkıldığından beraber oynayıp oynayamayacaklarını sordu. Barbieler birbirlerine baktıktan sonra sadece hayır dediler.
Can’ın umrunda olmadı. Doğukan’ın özgüveni kırıldı. Johnny ise gülüp hırs yaptı. Eve bu şekilde gidemeyeceklerini ve yüz metre ilerde başka barbie bebekler olduğunu, bir de şanslarını orada denemeleri gerektiğini söyledi. Can ve Doğukan kabul ettiler.

Çapını ve yaşadığı hayatı yazdığımız bu insan, bu yazdıklarımızla mutlu bir hayat sürüyor. Şimdi bu insana sorular soralım.

Özel bir toplantıda yavruağzı bir takım giyip çiçek desenli bir kravat takar mısın? Hiç bir kulüpte kendinden geçip kimseyi rahatsız etmeden sadece içinden geldiği gibi dans ettin mi? Kısıtlı bir bütçen olmasına rağmen yüz elli tl’ye araba kiralayıp iki yüz tl de benzip atıp sevdiğin bir arkadaşınla gezmeye çıktın mı? Hiç tanımadığın birinin yanına gidip tanışmayı denedin mi? Hiç yurt dışına çıktın mı veya çıkmak için araştırmalar yaptın mı? Bir gün canın sıkıldı diye haritayı önüne açıp hiç gitmediğin bir yere yolculuğa çıktın mı? Çevrendeki herkesin karşı çıktığı bir hayalin oldu mu? Olduysa bunun için savaş verdin mi? Sırf eğlencesine pijama giyip Kızılay’da gezdin mi? Hayatında yaptığın en çılgınca şey neydi? Seni diğer insanlardan ayıran özellik ne diye sorsam ne cevap verirsin?

Johnny, Can ve Doğukan yüz metre ileride yaşayan evdeki barbie kızlara da kendilerini tanıtıp beraber oynamak istediklerini söylediler. Kızlar biraz çekingen olduklarından hayır diyemediler. Yarım saat oynadılar ve çok iyi arkadaş oldular. Doğukan eve geç kalmamaları gerektiğini söyleyip kalktılar.

Doğukan’ın özgüveni iyice arttı. İlk aldıkları hayır’a ise sadece gülümsedi. Can keyifliydi. Johnny ise zaten böyle olacağını biliyordu. Geri  dönüp iki hikayeyi de Namık ve Berke’ye anlattıklarında, Namık ve Berke biraz üzüldüler; ama belki etmemeye çalıştılar. O gece yataklarında ikisi de bugünü ve sonrasını düşünüp kendilerini sorgulayacaklardı.

Sorulardan bir tanesini ele alalım. İç Anadolu’da yetişmiş biri yavruağzı takım elbiseyi giymekten çekinir. Sevdiği renkler siyah, mavi, gri, beyaz ve kahverengi babasının veya örnek aldığı bir insanın renkleri olabilir veya o çevrenin genel renkleri olabilir. Gidip o takım elbiseyi alıp birkaç kere giymediği sürece ona o rengin yakışıp yakışmadığını, sevip sevmeyeceğini bilemez. Farklı şeyler denemediğimiz sürece o çapı büyütemeyiz. Peki farklı şeyler deneyelim derken yanlışlar yapmamız mümkün mü? Pek mümkün. Bunun önüne nasıl geçebiliriz? Bir veya iki tane güvendiğimiz akıl hocamıza sorarak. İnsan kendi eksikliklerinin bir kısmını bilir, bir kısmını göremez. Böyle birkaç tane akıl hocası bulup onlarla düzenli olarak sohbet ederseniz yapacağınız olası yanlışlardan kaçınırsınız.

Sen hangi oyuncaksın? Oyuncakları tek tek incelersen yanlış yaptıkları bir şey var mı? Bir seçim yapmak zorunda mısın? İstediğin oyuncakları aynı anda içinde barındıramaz mısın?
Kendini tanımak önemli. Yaş olarak değil de belli bir olgunluğa gelip kendini tanımadan, hayatındaki prensipleri belirlemeden, sınırlarını bilmeden çapını büyütmek tehlikeli olabilir. O olgunluğa geldiğini hissedip nerede duracağını bildikten sonra çapın canı cehenneme.




Otostop Günlükleri 4. Gün

Sabah uyanınca dün aldığımız sosisleri pişirelim diye ateş yaktık. Zaten hava sıcak, ateş de vurunca yiyeceğimiz 4 sosis bize eziyet oldu, bıraktık. Normalde Bodrum'da bir dakika bile durmak istemiyorduk; ama gitmeden serinleyelim dedik. Denize girip duşumuzu aldık. Duş kabinin önünde çalışan Mehmet Ali'yle tanıştık. Kendi halinde, Afyonlu iyi bir arkadaş. Okumakla, ustasının yanına gitmek arasında kararsızdı. İnşallah okumayı seçer. Bu yazıları yazarken tatilde telefonum kapalıydı. Tatilden sonra facebooktan eklediğini gördüm. Bu yazıları sen de okuyorsan Mehmet Ali, iyi bir adamsın ve iyi yerlerde olmayı hak ediyorsun. Okumayı seçersen elimizden geldiğince yardımcı oluruz Ümit abinle. O gün de konuşmuştuk zaten.

Bodrum'dan yola çıkar çıkmaz Ali Kırca abi denk geldi. Ağrılı, 40 yıldır Milas'ta inşaat işi yapıyor. Anlatmayı seviyor, dolmuş, bizi ondan almış da olabilir. Gidene kadar anlattı, biz de dinledik. Zonguldak'tan fındık getirmiş. Bize de ikram etti. '' Kimse, kimsenin nasibini yiyemez. Bakın çocuklar bu fındık size de nasipmiş.'' Hayat gerçekten ne garip ve rızkımızın ne zaman, nereden, hangi yolla geleceği belli olmuyor. Bugün Marmaris'e gideceğiz diye yola çıktık. Ali Kırca abiden Berkay abilerin bıraktığı Marmaris-Bodrum kavşağında indik. BİM'de çantaları doldurduktan sonra Marmaris yoluna çıktık. Köşedeki bankta keyif yapan ya dolmuşlardan sorumlu ya da işsiz bir abi bize zal oldu. Muhabbet ettik, tütün sarıp verdim. Keyfine diyecek yok. Yolculuğumuzu merak etti, sorular sordu. Duran oluyor mu diye sorduktan 5 dakika geçmedi; tırcı yeğeni Uğur denk geldi. Yolda her zaman böyle garip raslantılar oluyor zaten. Uğur 22 yaşında, baba mesleği tırcılık yapıyor. 3 kardeşler; abisi de tır şoförü, kız kardeşinin kocası yani eniştesi de tır şoförü. 8 yıldır bu işteymiş. Babasının yanında başlamış çalışmaya, askerliğini yapmış, bir de çocuk bekliyor. Çoktan 30 yaşın olgunluğuna ulaşmış. Hareketlerindeki, konuşmalarındaki ağırlıktan belli.

Ümit uzun yolda hiç sıkılmıyor musun diye sorunca '' Yok, bu benim küçüklükten beri hayalimdi.'' diye cevap verdi.Bir yarım saat sonra o da bize sordu: '' Sıkılmıyor musunuz otostoptan? Bana para verseler sizin yaptığınız bu işi yapmam...'' Bu konuşmayı çok düşündüm; ama yazmayacağım buraya. Her insanın kendi yorumlaması daha doğru olur.

Mesafe kısa olmasına rağmen yokuş yukarı yerlerde saatte 10-20 km ile gittiğimiz için uzadı. Yolda abisiyle haberleştiler ve karşılıklı yollarda giderlerken durdular. Uğur gidip geldiğinde yanında kuruyemiş, bisküvi ve soğuk su getirdi. Biz de ona ilk bindiğimizde Ali Kırca'nın fındığından vermiştik. Demek ona da nasipmiş. Yolumuz Marmaris'eydi; ama Uğur, Akyaka'yı çok övünce biz de oraya gidelim dedik ve Akyaka dönemecinde indik. İlerde Akyaka için otostop çekeceğimiz yere giderken yolun sağ tarafında, uzakta kocaman, güzel bir yörük çadırı, tarlaları ve hayvanlarını gördük. Gidip konuşmayı istedik istemesine de köpekleri vardır diye çekindik. Bir vergi dairesi memuruyla yolun bir kısmını gittik. Kalan yolu ise Allah'a emanet bir torosla, Marangozcu Ömer abiyle Akyaka girişine kadar gittik. Hayatında daha önce hiç hız olarak 80'i geçmemiş; ama içtiğinden dolayı 3 defa ölümcül kaza atlatmış. O da güzel. Akyaka girişinden kamp alanına kadar ise Akyaka'nın doktorlarından biri bıraktı.  Biz sonunda büyük bir kamp alanına geldik diye sevinirken çadır kurma ücretinin 35 tl olduğunu öğrendik. Bakanlığa bağlı olan bu işletmelerde fiyatların bu kadar pahalı ve herhangi bir öğrenci indiriminin olmaması kötü. Bu parayı vermeyip gerisin geri sahile kadar 2-3 km yürüdük. Zaten günde 10 km yürümeden rahat edemiyoruz. Sahilde umutsuzca geziniyoruz, güneş batmaya başladı, zaten dün gece Gümbet'te kötü bir gece geçirdik. Kimsenin zal olmayacağı bir yer arıyoruz. Çadır kuran birkaç gence kamp yerlerini sormamızla gelin yanımıza kurun abi demeleri bir oldu. Sahilin gözükmeyen alt tarafı hep çadırmış meğerse. Akyaka'ya rüzgar sörfü yapmak için gelip kamp kuruyorlarmış. ( Gerçekten de ertesi gün yüzlerce rüzgar sörfçüsünü izlemek eğlenceliydi. ) Çocuklar çok kafa çıktı. Sonunda insan evlatlarıyla karşılaştık. Çadırı kurduktan sonra gece merkezi biraz gezdik. İlk defa çadırı bırakıp gezebildik. Yarın geceyi de buraya da geçirmeye karar verdik. Günler dolu dolu geçtiğinden yazmaktan yoruldum. Bugünlük bu kadar yeter.




8 Eylül 2016 Perşembe

Otostop Günlükleri 3. Gün

Bugün güne İzmir’de Ümitlerin evinde uyandık, kahvaltı yaptık ve öğlen 12 gibi yola çıktık. Aslında biraz geç çıktık; ama sabah güzel keyif yaptık, ondan oldu. Buca’dan otobana 1-2 km yürüdükten sonra otostopumuza başladık. Keyifliydik ve yola geç çıkmamıza rağmen bugün her şey yolunda gidecekmiş gibi içimizde bir his vardı. Yol boyunca ağzımıza dolanan ‘’ Amanını kelle’’ şarkısını söyleye söyleye otostop çekiyorduk. Hemen araba bulacağımızı biliyorduk; zaten fazla geçmedi Bodrum Konacık’ta Deniz Kahve’nin sahibi olan Berkay abi, Burcu abla ve Deniz bebek ailesine misafir olduk. Gerçekten çok tatlı bir aileydi. Yolumuz Marmaris’eydi; ama onların Bodrum’a geçtiğini öğrenince biz de geçelim dedik. Yolda beraber Şirince’ye de gezelim diye uğradık. Bir saat gezdikten sonra tekrar yola düştük. Burcu abla zannedersem yorulmuş, Deniz’i sürekli bize veriyordu. Arkada onunla keyifli keyifli oynadık; hatta kucağımda Ümit’in hipnoz eden parmak şıklatmalarıyla uyudu. Zaten küçüklükten beri kız çocuğu istediğimden yol benim için bir hayli bir eğlenceli oldu. 200 km yolculuktan sonra bizi Marmaris-Bodrum kavşağında bıraktılar. Onlar köylerine uğrayacaklarmış. Bize Gümbet’i önermişlerdi, biz de oraya gitmeye karar verdik. Kavşakta 10-15 dakika bekledikten sonra Bodrum’a  Aksaraylı  pastacı Hüseyin kardeşimizle gittik. Aksaray’daki köylerinde zamanında biri pasta yapma işini öğrenip bütün köye öğretmiş. ‘’Bizim köyde 600 erkek varsa  550’si pastacıdır.’’ dedi. Zaten Bodrum gibi tatil yörelerindeki çoğu pastacı, köylüleriymiş.  Yarım saat yoldan sonra Bodrum merkeze geldik. Bodrum merkezde Gümbet’i sorduk. Herkesin dolmuş var demesine rağmen biz erkeklik yaptık, yürüyeceğiz dedik. 4-5 km yol, yolun bir kısmı yokuşlu. 1 saat sürdü Gümbet’e varmamız. Gümbet’i biz ağaçlık, ormanlık alan diye beklerken Bodrum’un devamı gibi normal bir şehir olduğunu gördük. Ağaçlık alan falan yok, bizi bir korku saldı, kara kara nereye kamp kuracağız diye düşünüyoruz. Zaten akşam 7 civarlarında, güneş batmaya yaklaşmış. Bir an önce kamp yerini bulmamız lazım. Gümbet merkeze inince bir dayıya sorduk kamp alanlarını. ‘’ Aşağıda sahilde kalıyorlar, istediğiniz yere kurun çadırınızı.’’ deyince mutlu olduk. Nerden bilelim olacakları. Sahil kenarında park gibi bir yere çadırımızı kurduk. Bir saat sonra yaşlı bir huysuzun teki geldi. ‘’ Burada ateş yakamazsınız, zabıtayı arayacağım ‘’ deyince ateşi söndürdük. Yarım saat sonra da başka bir dayı ‘’Buraları sulayacağım, çadırı kaldırın gençler’’  deyince biz söve söve çadırı bozup topladık. Allahtan yakınlarda in-cin olmayan bir tepe vardı. Oraya çıkıp çadırımızı kurduk. Karşımızda Bodrum kıyıları, gece hayatının müzikleri. Güzel manzara; ama bildiğin Bodrum’a küsmüştük. Geceyi burada iyi-kötü geçirip sabahın ilk ışıklarıyla buradan kaçma niyetindeydik. Gece yandaki kulüpten dj’nin  ‘’ Haydi Bodrum Beach, bu şarkıda oynamayan bu gece tek yatsın.’’ nidaları eşliğinde yeni, geniş çadırımızda rahat rahat uyuduk.  Sabah öğrendim ki Ümit çok da rahat uyuyamamış. Sırtı tam toprakta boşluğun olduğu yere denk gelmiş, sinirden de çadırın yerini değiştirelim dememiş, öyle sabahı etmiş. Sabah biraz makara yaptım onunla.


Bodrum insanı çok kasıntı, kibirli ve insanlara yukardan bakıyorlar. Hiç sevmedik yerlisini. Zaten bundan sonraki  günlerde de kime denk geldiysek muhabbette hep geçti. Bodrum yerlisini kimse sevmezmiş. Herkes aynı şeyi söyledi. Bir daha yolumuz düşmeyecek inşallah.

7 Eylül 2016 Çarşamba

50 Yaş Üstü Sosyal Medya Kullanım Tavsiyeleri

Öncelikle teknolojiye ve biz gençlere böyle ayak uydurup sosyal medya açmanızı takdirle karşılaşıyorum. Sadece yeni yeni alışmaya başladığınız sosyal medyada size birkaç
tavsiye vereceğim.

1) Profil resimlerinize önceden çekilmiş vesikalık resimlerden koymayın, abes duruyor. Normal bir telefondan çektirip yükleyebilirsiniz. Ek olarak profil resimlerinize çocuklarınızın resimlerini koymayın. Çocuklarınızı sevdiğinizi biliyoruz, onların fotoğraflarını normal fotoğraf şekilde yükleyebilirsiniz zaten veya kapak fotoğrafı yapabilirsiniz.Profil resimlerinizde tek sizin veya eşinizle olan bir fotoğraf olmasına özen gösterin.

2) En çok karşılaştığımız ve dışardan komik duran durum ise fotoğrafların altına '' Çok güzel çıkmışsın yeğenim, baban nasıl, kardeşine selamlar'' gibi yorumlar atmayın. Sohbet etmek için zaten mesaj atabilirsiniz. Fotoğrafların altına yorum olarak soru sorulmaz. Aynı şekilde uzun süredir görmediğiniz arkadaşlarınızın duvarına ''Seni çok özledik, nasılsınız, Ahmet okulu bitirdi mi?'' gibi gönderiler paylaşmayın. Bunları hep mesaj şekilde atın. Fotoğrafların altına yorum atarken cümlelerin sonuna ''Hoşçakal, kendinize iyi bakın'' gibi cümleleri eklemeyin.

3) Facebookta her türlü görüşten çok fazla grup var ve bunlar bitmiyor. Beğenmediğiniz sayfaları şikayet edebilirsiniz. Birine sorarsanız gösterir nasıl şikayet edebileceğinizi. Beğenmediğiniz her gönderinin altına '' Ş.refsizler veya o öyle değil'' gibi yorum atmanıza gerek yok. Bazen daha ağır küfürler de yazılabiliyor. Bunlar arkadaşlarınız tarafından görülüyor, bilginize.

4) Fotoğraf paylaşırken gençler genelde 4-5 tane ( kızlar daha fazla) fotoğraf çekip en güzelini, herkesin normal şekilde ( gözü kapalı değil, sağa sola bakmıyor) baktığı fotoğrafı atar. Bazen tek bir fotoğraf çekip onu yüklüyorsunuz. Herkes başka yerlere bakıyor, fotoğraf bulanık oluyor vs. Buna dikkat ederseniz daha iyi olur.

5) Gençler normalde karşı cinslerinin fotoğrafını beğenirken beni yanlış anlar mı anlamaz mı diye düşünür. Bunun iç muhasebesini kendisiyle yaptıktan sonra beğenir veya beğenmez. Orta yaşlı insanlarda genelde bayan erkek fark etmez herkesin fotoğrafı beğeniliyor, yorum atılıyor. Beğenirken veya yorum atarken biraz daha temkinli davranabilirsiniz. Size anormal gelmese de bu durum sizin çocuklarınıza veya karşıdaki kişinin çocuklarına garip gelebilir.

6) Çocuklarınızın bütün paylaştığı fotoğraf ve gönderileri beğenmek zorunda değilsiniz. Bazen çocuğunuz gırgırına sadece birkaç arkadaşının anlayabileceği bir gönderi paylaşırken sizin beğenmeniz yine abes duruyor.

7) Yazı yazarken BÜYÜK HARFLERLE yazmamaya dikkat edin.

8) Aynı gün içerisinde 15 tane art arda haber kanallarının veya beğendiğiniz sayfaların gönderilerini paylaşırsanız arkadaşlarınızı bıktırırsınız.

Tamamen iyi niyetlerle yazıyorum bu yazıyı. Kimsenin yaptığına doğru veya yanlış deme gibi bir hakkım yok. Amacım sadece tavsiye vermek.

6 Eylül 2016 Salı

Organ Nakli İnsan Karakterini Değiştirebilir mi?

Organ nakli yapan kişiler alıcılarına yeni organ vermekle kalmayıp yeni bir hayat da veriyor olabilirler. Hücresel bellek teorisine göre kalp sinir hücrelerinin hafızası olduğu kabul ediliyor ve organ nakillerinde bu bellek de yeni alıcıya geçiyor. Bu bellekte ise davranışlar ve duygular yer alıyor.

 %100 kanıtlanmamasına rağmen bu teori dünya çapında birçok bilim adamı ve doktor tarafından destekleniyor.Viyana'da Quality of Life Research dergisinde yapılan bir araştırmada kalp nakli operasyonundan sonra iki yıl geçmiş 47 insanla röportaj yapıldı. %79'u karakterlerinde herhangi bir değişme olmadığını, %15'i karakterlerinin değiştiğini; ama bunun hayatlarındaki olaylardan kaynaklandığını, %6'sı ise kalp naklinden sonra karakterlerinde yeni kalplerinden dolayı
ciddi bir değişme olduğunu söylemiş.

Hawaii'deki hemşirelik okulunda vericilerinin geçmişiyle 2 ile 5 arasında paralellik bulunan 10 hastaya odaklanılmış.Çalışmada gözlenen paralellikler şunlar: Yemek, müzik, sanat, cinsellik, eğlence, kariyer tercihleri, isim ilişkileri ve duyusal tecrübeler.Ayrıca çalışmada, yüzünden kurşunlanarak öldürülmüş birinden alınan kalple yapılan operasyondan sonra alıcının rüyalarında yüzüne patlayan sıcak ışık kümeleri olduğu görülmüş.

Bilimsel çalışmaların yanında, gerçek hayatta da hücresel belleğin birçok örnekleri var. Motorsiklet kazasından ölmüş 18 yaşındaki bir erkekten alınan kalbin alıcısı olan Claire Sylvia, ameliyattan sonra yoğun bir şekilde bira ve tavuk nugget yemek istediğini söylemiş ve rüyalarında ''Tim L'' adındaki bir adamı gördüğünü belirtmiş. Sonradan araştırılıyor ki Claire'nin vericisinin ismi Tim'miş ve yemeyi arzu ettiği yemeklerin hepsini Tim çok severmiş. Bu bilgiler Claire'nin yazmış olduğu A Change of Heart kitabından alınmıştır.

Avusturyalı bayan Demi-Lee Brennan'ın kan grubunun ise ameliyattan 9 ay sonra değişmeye başladığı gözlemleniyor. Kemik iliği naklinden sonra kan grubunun yanında vericisinin bağışıklık sisteminin özelliklerinin de Brennan'a geçtiği gözleniyor.

* Yazmış olduğum bu bilgiler,

http://www.medicaldaily.com/can-organ-transplant-change-recipients-personality-cell-memory-theory-affirms-yes-247498

sitesindeki yazının kısaltılarak Türkçe'ye çevrilmiş halidir.

Araştırmak istediğim konu organ naklinin insan karakteri üzerindeki değişimiydi; yalnız Türkçe hiçbir kaynak bulamadım. İngilizce birçok kaynak var ve gerçekten ciddi çalışmalar yapılmış. Daha birçok yukarıdaki örnekler gibi araştırmalar ve vakalar olmasına rağmen yazı çok uzun olmasın diye onları eklemedim. Kısaca diyebiliriz ki bilimsel olarak kesin kanıtlanmış bir durum yok ortada ama organ naklinde vericilerin bazı özellikleri alıcıya geçebiliyor. Hem ciddi bilimsel araştırmalarda hem de günlük hayatta bu tarz örneklere rastlanmış. Gerçekten ilginç bir konuydu.





5 Eylül 2016 Pazartesi

Otostop Günlükleri 2. Gün

Kötü geçen bir gecenin sonunda sabah bir garip uyandık. Manzara yarımadası ve koylar bir hayli sessizdi. Saat tahmini 7 civarlarında olması lazım. Pazar cıvıl cıvıl olan koyda tek tük insan yüzü gördük. Merak edip adayı tümüyle dolaştıktan sonra aç,susuz, kestirme olsun diye  tarlalardan geçe geçe yarım saat yürüyüp Öbektaş  Plajı’na gittik. Plajın duşunda kalıp sabunla duşumuzu aldıktan sonraki rahatlamayı anlatamam. Duş alırken Cristopher’ın ( into the wild ) tarlada yağmurlama sistemi için konulmuş  fıskiyede  traş  olması aklıma geldi. 
Dün gece kamp kurduk, çay demledik, ateş yaktık derken hava karanladı ve günlük yazmaya vakit olmadı. Havanın kararmasıyla zaten insanın üstüne bir ağırlık çöküyor, uykusu geliyor. Şimdi havlularımızın kurumasını beklerken aç  olduğumuz için tamamen bir görev edasıyla unutmayım diye dünün yazısını yazıyorum.
Hazırlandıktan sonra Öbektaş Plajı’ndan ayrıldık ve yola koyulduk;ama sıkıntı vardı. Bir hayli açtık. Plajdaki bakkal iteler diye ( adamları da sevmedik zaten ) bir sonraki bakkala gitmeye  karar verdik. O da 3 km sonra. Demirciler Plajı da  Urla merkeze 13 km uzaklıkta ve sapa bir yerde. Saat tahmini 8, arabanın geçmesi zor ve bugün hafta sonu değil. Hadi plaja gelen olur diyelim, plajdan dönme  gibi bir muhabbetin olmayacağını kara kara düşünüyorduk.
Yolda tütün sarıp kahvaltıya altlık ettim. 2 km perperişan yokuş yukarı yürüdükten sonra sağolsun biri aldı ve bakkala kadar götürdü. Bakkaldan rica edip  arkadaki masada birer ekmeği gömdükten sonra keyifli keyifli yolumuza tekrar koyulduk. 10 km, haydi bismillah.
Bugünkü plan Urla merkezden yeni bir çadır almak, bulamazsak Kemeraltı’na dönüp çadırımızı  ve haritamızı alıp Muğla’daki kamp alanlarına gitmek. Tabelalardan takip ettiğimize göre 5 km yürüdükten sonra Tevfik abi bizi Urla’ya bıraktı . Çay içmek için oturduğumuz kafedeki birine  sorup saatin 1 olduğunu öğrendik. Kaç saat yürüdüğümüzü tahmin edemiyorum. Urla’da çadır bulamadık, biz de eshotla Kemeraltı’na geçtik. Yolda bir anda biz neden otostop çekmedik diye  düşünüp güldük, garip geldi.
Kemeraltı çok karışık, kaybolmamak elde değil. Klasik 1 saat dolaştıktan sonra aradığımız çadır satan dükkanları bulabildik. Bir önceki gecenin rahatsızlığı nasıl yer ettiyse rahat rahat yatalım diye 3 kişilik çadır aldık. Biz 150 200 tl’yi gözden çıkarmışken 80 tl’ye güzel bir çadır aldık. Çadır fiyatları gerçekten ucuzmuş. Kemeraltı’ndan çıkarken gözümüze ucuz bir lokanta ilişti.Çok aç olmamamıza rağmen akşam uğraşmayalım diye pilav üstü ciğer yiyelim dedik. İlk başta uzun bir süre bizi sallamayan esnaf abi hakkında sanırım tipimizi beğenmedi diye düşündük. 15 dakika sonra koskocaman içinde yok yok tabakları getirdi. ‘’ Abi bu pilav üstü ciğer değil mi?’’ sorusunun asıl maksatını anlayarak ‘’ Burası 3 tl, torpilli bugün biraz’’ diye cevap verdi. Sağolsun, herhalde  bize acıdı.
Akşam saat 6,7 olduğundan Muğla yoluna düşemedik, Ümitlere döndük. Gelir gelmez  2 saat bayılmışım. Kalkıp duş aldıktan sonra Ümit’in kuzeni Mustafa’nın saz nağmeleri eşliğinde şuan okumuş  olduğunuz yazıları yazıyorum.
Yarın yolculuk Muğla’ya, bakalım nasıl hikayeler bizi bekliyor?


1 Eylül 2016 Perşembe

Otostop Günlükleri 1.Gün

Güne İzmir Fahrettin Altay’dan ilk otostopumuzu çekerek başladık. Şehir içinde duracak araç  sayısının az olacağını  tahmin ediyorduk. 2 saat süren bekleyişte yüzlerce araba geçmesine  rağmen sadece 2 kişi durdu. İlki eşcinsel bir arkadaşla yaşlı bir amcaydı. Seferihisar’a gittikleri için binemedik. Eşcinsellere karşı biraz ön yargım olmasına rağmen o kadar insanın içinden onun yardım etmek istemesi ön yargımı  biraz da olsa kırmadı değil.Sonunda Turizmci Ersel abi bizi Urla kavşağına kadar bıraktı. Urla’da yarım saat bekledikten sonra 3 çılgın arkadaş  bizi aldı. Yolculuğumuz bir hayli eğlenceliydi. Çocuklar İstanbul’dan gelmişler, zenginler, kafaları güzel ve bir amaçları yok, sadece eğleniyorlar. Buraya gelmek nereden esti diye sorduğumuzda selfie  çekmek için geldik cevabını aldık.  Son ses  tekno müzikle yolda sağa sola sataşa sataşa gidiyoruz. Çocuklar bizi gülmekten öldürdü gerçekten. Yolda adres sormak için yanaştığımız dayıdan şeftali aldık ve yolda 5 kişi hüp-hüp korosu yaptık. Çocuklar sağolsun Demirciler Plajı’na bizi bırakmak istediler, yanlış  yollara gire çıka 20 km’lik yolun sonunda bizi bıraktılar.Onlar olmasa gidemezmişiz gerçekten.

Demirciler Plajı'nın internette gördüğümüz fotoğraflarla  alakası yoktu. Bizim köy Öbektaş  gibi yerleri çitle  çevirip Kamping alanı yapmışlar. Buraya gelen insanlar nasıl bir doğa yokluğu çekiyorlarsa çadır kiralarına 65 tl para veriyorlarmış. Her yer özel mülkiyete  verilmiş  ve çok dandik. Koyun diğer taraflarında da kamp alanları olduğunu öğrendik ve bir  de şansımızı orada deneyelim dedik. Öğlen sıcağı, ilk günün hamlığı ve yolun uzunluğu bizi bezdirdi. Yolda bulduğumuz 3 zeytin ağacının altına ağustos böceği gibi serildik ve biraz kestirdik. Ağustos böceği muhabbeti geçerken Ümit’ten öğrendim ki toplumda yanlış  öğrendiğimiz bir hikaye varmış.  Ağustos böceğinin yaşam süresi sadece birkaç  aymış, o da ağustos ayına denk geliyormuş. Tatilden döndükten sonra araştırdım ki Orhan Veli Kanık’ın Lafonten’den çevirmiş olduğu hikayedeki hayvan  ağustos böceği değil yeşil çekirgeymiş. Tembel diye bu zamana kadar hep günahını almışız. Sonradan Sezgin abimle de muhabbeti geçti. Zaten bu hikaye çalışkanlığı ön plana çıkarırken yardımlaşmayı öğretmediği için ilkokulda öğretilen hikayelerden çıkarılmış, iyi de olmuş.

Kolumuzda saat yok, telefonlar kapalı, zaman algımız yok. Hayatımızda ilk defa saati güneşin konumuna göre tahmin ediyoruz; o da eğlencesine, zaten bir yere yetişecek değiliz.Tahmini 4-5 gibi kalktık, yola koyulduk. Koyun diğer taraflarında yatlar ve halk plajı vardı. Burası bir nebze daha güzel. Halk plajında yarım saat denize girip serinledik.Halk plajının sonunda yarımada gibi yüksek bir  tepe vardı. Oraya kamp kuralım dedik. Akşam 7 gibi kamp alanımızı tayin ettik ve çayımızı demlemeye  koyulduk. Bitki örtüsü maki olduğundan yakacak kalın odun bulmak zor oldu. Makilerin zannedersem güneşten kurumuş  yerlerini kırdık ve yakacak yaptık. Bir demlik çayımızı keyifle  içip yemeğimizi yedikten sonra çadırımızı kurduk. Hava kararıp gece çöktükten sonra yıllardır bu şekilde hiç görmediğim gökyüzünü özlediğimi  fark ettim. Yıldızlar o kadar net belliydi ki şehrin ışıklarından yaşadığımız yerlerde göremememiz çok üzücü.Biraz daha ateşle oynadıktan sonra gece yarımadayı gezmeye karar verdik. Tepenin uçurum olan ve bütün koya hakim bir yerine geldiğimizde ise bizi başka bir manzara bekliyordu. Dolunay tam karşımızda, koskocaman ve o kadar güzel ki. Bize kadar bir sütun gibi ışığı denize yansıyordu. Ayın geceyi bu kadar aydınlattığını ilk defa gördüm. Orada oturup yarım saat manzarayı izledik ve ayrılamadık. Çadırı buraya getirip burada yatalım dedik. Ay tam karşımızda, o muhteşem manzarayı izleye  izleye uyumaya geçtik; ama çadırımız küçük geldi. Daha önce salaklık edip denememiştik. İçeride iki büklüm sabahı zor ettim. Ümit rahat rahat uyudu. Çadırın rahatsız olmasının tek güzelliği; sürekli uyandığımdan ayın da güneş gibi doğup yükselip battığını izlemekti.

İlk geldiğimizde  internette araştırdığımız sitelere söverken gece ay manzarasını gördükten sonra kesinlikle  değdiğine karar verdik. Yarımadada bizden hariç  sadece 3-4 çadır daha vardı. Geceye kalan fazla yok. Genelde günübirlikçiler geliyor. Yarımadayı çok benimsedik ve Manzara Yarımadası ismini verdik. İlk gittiğimiz Kamping alanı ve plaja ise Öbektaş  Plajı dedik.


Güzel bir gündü. İlk günden güzel insanlarla tanıştık.O manzaraların fotoğrafını çekmeyi denedik; ama istediğimiz gibi olmadı. Biz de hayatımız boyunca unutamayacağımız bu manzaraları hafızamıza kazıdık.