20 Ağustos 2024 Salı

Modern Yaban

Yorgundu, sırt üstü uzandığı kanepesinde gözü sönmeye başlayan sobasına takıldı. Cılız seslerle sanki odunlar son nefesini verir gibiydi. Bu yorgunlukla kovayı yenileyemeyeceğini biliyor, oda soğuyana kadar ne kadar zamanının kaldığını hesaplamaya çalışıyordu. Yarım saat, yarım saat içinde gücünü toplamalıydı. Kırk yama tekniğiyle eski elbiselerden yaptığı ve adına kötü battaniye dediği battaniyesini iyice üzerine çekti ve tatlı yorgunluğun verdiği uyuşuklukla uyuyakaldı. 

Oda çoktan soğumuş, gün inmişti. Karanlık odasının içinde kendini iyice battaniyesinin içinde büzüşmüş olarak buldu; ama kendine gelmişti. Sıcak battaniyesini kaldırıp üstüne bir sweat aldı ve dışarı çıktı. Ekimin soğuğu bu rakımda kendini çok daha fazla hissettiriyordu. İki yıl önce taşındığı bu köyde hala yabancı gibiydi. Köylüler onunla konuşamadığı için hala ona karşı biraz tedirginlerdi; ama dilsiz diye acıyorlar ve onunla uğraşmıyorlardı. Sigarasını yaktı, aklına Yılmaz'ın sabah uyanır uyanmaz balkonda yaktığı sigarası geldi ve güldü. Dışarısı o kadar sessizdi ki sigarasını içine çekerken yanan tütünün sesini duyuyordu. Bu sesi ve karanlıktaki sigaranın ucundaki turunculaşan görüntüyü oldum olası çok severdi. Witcher Kaer Morhen müziğini açıp ilkinin ardından ikinciyi de içip içeri girdi. 

Sobanın kovasını değiştirecekken telefonunun ışığı gözüne çarptı. Yarım saat içerisinde ofiste olması gerekiyordu. Acil bir durum vardı. Bu tarz şeylere alışıktı, işinin bir parçasıydı. Bir konuşma engelli olarak yapabileceği en iyi işlerden biri olan koderlığa daha küçükken bilgisayar öğretmeninin yönlendirmesiyle başlamıştı. Şu anda devlet adına çalışan orta seviye bir siber güvenlik uzmanıydı. 

Ofiste on dakikalık yazılı ve sözlü brifingden sonra herkes masasına geçmiş ve gelen saldırıyla uğraşmaya başlamışlardı. Saldırı çoğu zaman olduğu gibi Rusya merkezliydi. Yıllardır bu işi yapmasına rağmen hala bu tarz küçük saldırıların arkasındaki sebep neyse ne, anlamsız geliyordu. Gözü Aslı'nın masasına ilişti. Her zamanki güzel, gelişigüzel topladığı saçlarıyla bilgisayarının başındaydı. Masasında o kadar eşya vardı ki; kupa, kitaplar, küçük notlar, renkli kalemler, su şişesi, süslü, anlamlı sözler, kumbara... İç dünyasının da bir o kadar karmaşık ve renkli olduğunu tahmin edebiliyordu. Konuşamadığı için insanları gözlemlemek ve onların ruh hallerini, karakterlerini analiz etmek hem onun için bir oyun hem de zamanla güçlü yönü olmuştu. Tahminleri genelde doğru çıkardı. Aslı'ya karşı daha farklı hissetse de bu senaryoyu daha önce yaşamış ve sonunu biliyordu. Konuşma engelli biriyle normal birisinin ilişkisi genelde uzun sürmezdi. O yüzden hiç tanışmaya yeltenmemişti; ama her ne kadar hiç iletişim kurmasalar da Aslı'ya karşı olan ilgisinden Aslı'nın farkında olduğunu hissedebiliyordu. Ne kadar garip diye düşündü. İki insan hiç konuşmasa da çevreye yaydıkları enerjiyle aslında birbirlerini anlayabiliyor ve hissedebiliyorlardı. 

İki saat süren mesainin ardından kapanış toplantısında başarılı geçen savunmanın ardından kendilerini alkışlamışlar ve kalan nöbetçi ekibe kolaylıklar dilemişlerdi. Ofisten çıkarken bir anlığına Aslı'yla göz göze gelmişler ve sanki birbirlerine görüşürüz demişler gibi hissetmişti. 

Yirmi dakika sonra çok da uzakta olmayan köyüne gelmişti. Köpeği arabayı tanımış ve uzaktan kuyruğunu sallayarak havlamaya başlamıştı bile. Onunla biraz oynadıktan sonra içeri geçti. Odanın soğukluğunu unutmuştu, keyfi kaçtı. Sonra aklına dışarda Coz'la oturmak, büyük bir ateş yakmak ve dün akşam komşusu Gülsüm Teyze'den aldığı keçi sütünü pişirmek fikri geldi. Kendini bir an Heidi gibi hissetmiş ve neşesi yerine gelmişti. 

Coz, onun tekrar dışarı çıkmasını beklemiyordu. O yüzden ilkinden daha keyifli bir şekilde yattığı yerinden kalkıp yanına geldi. Köpekler uyusa bile sahibini gördüğü zaman onun yanına gelirdi. Sanki onun yanında olmak ve başının okşanması, onun hayatındaki her şeyden daha anlamlı ve mutluluk verici gibiydi. 

Odunları yaktı, üstüne altı kapkara; ama içi temiz tenceresini koydu. Bir tülbentle keçi sütünü süzdü. Hafif yanıksı yapacaktı, içine çok az da şeker. Bu tadı bilmeyen milyonlarca insan vardı. Onlar adına üzüldü. Sütü tam istediği kıvama gelmişken aklına tekrar Heidi geldi ve içerden bir parça ekmek alıp geldi. Heidi'nin yediği çörek kadar tatlı değildi; ama yanıksı sütün tadı inanılmazdı. Ateşe birkaç odun daha atıp sandalyesini getirdi. Coz hemen yanına kıvrıldı, başının okşanmasını bekliyordu. 

Uzaklara bakıp düşünürken kendini Yakup Kadri'nin romanındaki Yaban gibi hissetti. Modern, dilsiz bir Yaban. Tam onu tarif eden bir tanımlama oldu. Romandaki Emine'yi düşünürken telefonundan bir bildirim sesi geldi. Bu ses bu sefer farklı gibiydi sanki. İçine tatlı bir heyecan yayıldı...

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Türkiye Turu Günlükleri 4. Gün

3. gün genelde evdeydim. Ümit'le beraber travian oynuyoruz. 4-5 gündür köy reislemeye çalışıyoruz. Bir türlü beceremedik. Çıkasım gelmedi. bütün gün neredeyse köy işiyle uğraştık. Neyse artık halloldu şükür.

4. gün sabah antep peyniriyle bir kahvaltı yaptım. Her yerde antep peyniri satılıyor. Tadı güzel, bizim tulum peynirinin tadına benziyor; ama daha sert. Serkan abimin bugün boş günü. Hem sıcaklar geçsin dedik, hem de Serkan abim yorgun olduğu için uyudu, hem de ben spor yapıp hazırlandım. Öğlen 3 gibi dışarı çıktık. İlk olarak hamam müzesine gittik. Mini çakal olarak aldığım müze kart burada geçmiyormuş. Neyse verdik 2'şer lirayı. Oradan mutfak müzesine geçtik. Burada da müze kart geçmiyormuş. Görevliye soruyorum, müzekartın geçtiği müze var mı diye? Sadece Zeugma müzesinde geçiyormuş. Şaka gibi. Hayat cidden tam survivor. Av-avcı konsepti hala devam ediyor. Okuldaki öğretmeniniz, meslektaşınız, arkadaşınız, birileri işte sabah kalktığınız andan itibaren birileri size bir şeyler itelemeye çalışıyor. Siz de bazen fark ediyorsunuz, bazen fark edemiyorsunuz. Bazen av olarak yeniliyorsunuz, bazen kaçıyorsunuz. Müze kartla bugün yenilmişiz, kaçamamışız. Napalım, canımız sağolsun. Mutfak müzesi güzeldi ama. Ebemin de kullandığı eski eşyaları görüp gülüyoruz. Saat ikindi 5'e geldiğinden acıkmaya başladık. Bugün yine yöresel lezzetleri tadacağız. İlk durak Metanet Lokantası, beyran çorbası. Beyranı ben ilk defa içtim; ama tadı cidden güzelmiş. Fiyatı da asıl yerinde içmenize ve içindeki ete oranla gayet normal, İstanbul'dan ucuzdur belki de. Yolumuzu çok uzatacak olsak da göden için hiç düşünmüyoruz, amacımız zaten gezmek, yürümek. Baklava yemeye gidip tekrar şu anki yerimize gelip kahvemizi içeceğiz. Yarım saat, kırk dakika yolculuktan sonra Koçak Baklava'ya varıyoruz. Bu iki yer de Antep'in en ünlü yerlerinden. Özel karışık baklavalarımızı afiyetle götürüyoruz. Kasada insanların 450 TL hesap ödediklerini görüp şaşırıyoruz. Tekrar aynı yolu geri dönüp çarşıya gidiyoruz. Çimlerde dinlenip insanların iftarlarını açmasını bekliyoruz. Saat 8 gibi ünlü Tahmis kahvesine gidiyoruz. Menengiç kahvesi ve tarihi kahvenin önünde çay içiyoruz. Çayın yanında kavurgaya benzer bir ikram geliyor. Keyfimiz çok yerinde. Dönüş yolunda Ereğli'deki gibi sadece ramazanda çıkan ve hemen her yerde satılan kahke denilen bir ekmeği alıyoruz. İftarlık diye de satıyorlar, iftarda yiyorlarmış. İçinde mahlep diye bir madde varmış, tatlımsı bir tadı var. Yine dönerken can erik ve antep fıstığı alıp birbirimize dönüp ne gödençiymişsin deyip gülüyoruz.

Türkiye Turu Günlükleri 2. Gün

12 Mayıs pazar. Güne erken başladık. Serkan abimin mesaisi bugün sabah 7'de başladığı için erkenden kalktı, ben de onunla beraber uyandım. Evde mütevazi bir kahvaltıdan sonra ilk durak Zeugma Mozaik Müzesi oldu. Giriş 20 TL. Ben de daha çok müze gezeceğim diye 70 TL'ye müzekart aldım. Ah, ah, neyse acısı yarın çıkacak. Müzeyi gezmem 3 saatten fazla sürdü. Çok beğendim. Binlerce yıl öncesindeki insanların nasıl zevkli olduklarını, sanata ne kadar önem verdiklerini, inanılmaz bir zenginlik içerisinde yaşadıklarını görmek inanılmazdı. Mozaikleri evlerindeki serinlemek için kullandıkları küçük havuzların diplerine ve oturma odalarının altına yaptırıyorlarmış. Mozaiklerde genelde mitolojik karakterler ve hikayeler anlatılmış. Müzeden anı kalsın diye bir bardak altlığı ve kitap ayracı alıyorum. Müzeden sonra öğle yemeği için çarşıya geçiyorum. Gaziantep'i gezmenin en heyecanlı taraflarından birisi de yemek vakitleri. Yemek vakti gelse de iyi şeylerden yiyip içsem diye bakıyor insan. İlk lezzet durağımız İmam Çağdaş ve lahmacun. Lahmacunu denildiği kadar efsane değil. Ereğli'deki Urfa Kebap daha güzel. Ya da tamamen damak tadıyla alakalı; ama içi oldukça boldu ve fiyatlar uygundu. Üstüne de yine çarşıda bir menengiç kahvesi içiyorum, mis. Menengiç kahvesini ilk defa içtim; ama tadı, kokusu çok güzeldi. Sabah 10:30'da çıkmıştım evden, bütün bunlar bittiğinde 16:30 olmuştu. Yoruldum ve yarın devam etmeye karar verdim. Akşam yemeğini Serkan abimle yiyoruz, üstüne içtiğimiz çay enfesti. Sırf çayı için gidilir. Zira gittim. Yemekten sonra yürüyüp sohbet etmek için Kavaklı Park'a gidiyoruz. Şansımıza zaten aklımda olan Katmerci Zekeriya Usta'yı görüyoruz. Meğersem oradaymış. Dönüşte katmer yenecek, yapacak bir şey yok, kısmet bugüneymiş. Park yürüyüş için çok güzeldi. Aileler gelmiş iftar sonrası semaverleriyle keyif yapıyordu. Yürüyüşten sonra Zekeriya ustanın yerine gidiyoruz ve bir porsiyon katmer söylüyoruz. Çünkü kalkanlardan gördük, baya büyük. Orta boy bir pizza büyüklüğünde gelen katmerin tadı anlatıldığı gibi oldukça güzel. Fiyatı da porsiyonunun büyüklüğüyle doğru orantılı pahalı. Çaylarımızı içtikten sonra eve dönüyoruz. Radyo tiyatrosu dinleyip uyuyalım diyoruz; ama birkaç dakika sonra çoktan sızmışız.

Türkiye Turu Günlükleri 1. Gün

Türkiye turunun ilk günü 11 Mayıs cumartesi günü sabah 6'da başladı. Evdeki son hazırlıklar yaklaşık 1:30 saat sürdü. Sabah 07:45'te , Mehmet Ali abinin sürdüğü günün ilk otobüsüyle Ereğli'ye geldim. Halama geçtikten sonra yarım saat dinlendim. Serkan abimin isteği üzerine halamla ve eniştemle selfie çekildik. Bir yandan iyi oldu. İkisiyle de fotoğrafım olmuş oldu. Diğer türlü hiçbir zaman hadi fotoğraf çektirelim de anı kalsın diyemezdim. 09:10 gibi aşağı inip eniştemle ilkokulu okuduğum Toros okulunun önünde dolmuşu beklemeye başladık. On dakika bekledikten sonra benim tanımadığım; ama bizim köylü bir öğretmen(miş) olan İsmail Hoca bizi görünce direk durdu ve arabasıyla otogara yıktı. Otobüs gelene kadar eniştemle sohbet ettik. Dobalan mantarından, eskiden köyde mantar toplayıp kuruttuklarından, o kurutulmuş mantarı bulgur pilavının içine koyduklarından, o yemeğin nasıl güzel olduğundan ve yıllardır yemeğinden gibi öyle havadan sudan sohbet ettik. Bahçede kalırken amcamla da sürekli sohbet etmeye çalışıyordum. Köyde büyümüş bu insanlardan ne hikayeler çıkacağı tahmin bile edilemez. Saat 10'da otobüsüme bindim. Camları siyah kaplı otobüste eniştem beni görmese de otobüs hareket ederken el salladı, ben de salladım ve Türkiye turumuz ilk metrelerini katederek başlamıştır.

İlk durak Gaziantep, Serkan abimin göreve başladığı yer. Yolculuk 6 saat sürecek. Özkaymak'la tekli koltukta gidiyorum. USB çalışmıyor, müzik dinlerken ses kısılmıyor, televizyon veya film kısmı ise hiç çalışmıyor. Yol boyu tek ikram ise çay, kahve, su. Bütün bunlar önceden hizmet diye belirtilip para alınıyor; ama klasik hizmet şirketlerindeki gibi denilen hizmet verilmiyor. Şikayet yok, çünkü çözüm de yok. Diğer yandan, otobüs boştu, ağlayan bebek yoktu ve koltukların yanında çalışan priz buldum. Yol boyu manzaralar da güzeldi ve denildiği gibi 6 saatte Antep'e vardık. Otogar, Adana otogarını andırıyor. Otogardan Serkan abimin talimatlarına göre sarı dolmuşlara biniyorum. Biniş kartı satan bir büfe yoktu durağa yakın, birine bastırıyorum. İlk gözlemim insanlar sıcakkanlı. 15 Temmuz Demokrasi Meydanı'na yani çarşıya 15-20 dakikada varıyorum. Yolda aklımda olan Zeugma Mozaik Müzesi'ni görüyorum. Meydanda bir ağacın altına yapılmış olan oturma yerlerine oturuyorum. Yakındaki ayakkabı boyacısı sağolsun altıma minder veriyor. Bir şeyler anlatıyor; ama hiçbir şey anlamıyorum. Aralarda doğru deyip kafa sallıyorum. Şivesini anlayamıyorum. Sağolsun Serkan abim de ilk günden bekletiyor bizi; ama keyfim çok yerinde. Ben de çarşıyı ve insanları gözlemleme fırsatı buluyorum. Çarşı gelişmemiş. Hiç büyükşehir belediyesi gibi ve beklediğim gibi değil. Yarım saat sonra Serkan abim geliyor. 7-8 aydır görüşmüyorduk. Tramwayla yarım saatlik yoldan sonra evine varıyoruz. 1+1 şirin bir daire. 1 saat dinlendikten sonra yola çıkıyoruz. Arkadaşı Emrah iftar hazırlamış. Sadece o oruç ama hep beraber iftar yapıyoruz. Güveçte kuru fasülye, pilav, turşu, ayran. Gayet güzel olmuş. Çay içip sohbet ediyoruz. 1, 1:30 saat durduktan sonra eve geçip yatıyoruz. İlk gün güzeldi. Yarın gezmeye erkenden başlayacağım.

13 Ekim 2018 Cumartesi

13 Ekim


Eylül, ekim, sonbahar. Bu sonbahar diğer sonbaharlardan çok farklı. Çok daha güzel geliyor günler, haftalar. Ocak ayında mezun olacağım çünkü. Sonunda. En son mayıs ayında koşturduğumu yazmışım. Cidden okula geri döndükten sonraki neredeyse bütün dönemlerim hep koşturmacayla geçti. İlk defa rahat rahat bir dönem geçiriyorum. 3 tane dersim var. Hocaları çok iyi, kafam rahat. Stajlar bir yandan bitip gidiyor. Onu da ayarladık. Şimdilik sadece ayların geçmesi gerekiyor gibi duruyor. O kadar sıkıntı, problem yaşadım ki ama şu okul boyunca illallah ettim. Hala bir sıkıntı çıkacakmış gibi hissediyorum. Dilekçe yaz, kurallar değişir, yapamazsın, şuraya git, şurayı ara, biz yapamayız, kurul toplanması lazım, heyet raporu getir, kayıtlı olmadığın derste yoklama alırlar devamsızlık sıkıntısı olur, kredimi eksik gösterirler, geçtiğim derse ff yazarlar, dersi bir daha aldıktan sonra düzeltirler, daha neler neler. Bir dönem yok ki şu sıkıntılarla uğraşmamış olayım. Sonunda bitiyor valla, şükür. Ocak ayı için çok heyecanlıyım. Bu psikolojik yorgunluğu atmam için zaten 2-3 ay Ereğli’deki bahçe evine kapanıp keşişler gibi meditasyon yapmam lazım. Ocakta mezun olduktan sonra 3-4 ay kafa tatili yapacağım. Bunun 1 ayında da trenle Türkiye turu hayalim var. Bu 3-4 ay içinde büyük ihtimalle bir de askere gideceğiz. Bedelli, 21 gün. Askerlik de bitmiş olacak. Eski hayatımın son kalıntıları var hayatımda. Yeni hayatımdan da çok mutluyum. 3-4 sene oldukça zor geçti. Şimdi şükür güneşli günler gelmeye başladı. Bu saatten sonra da Allah sağlık sıkıntısı vermediği sürece böyle güzel geçer diye düşünüyorum. Kendimi küçük şeyler için üzmem çünkü. Yorulduk zaten, büyüdük, olgunlaştık. Annemlerle yaşıyorum. Onların yanına taşındım. Ayrılıp kendi hayatımı kuracağım dönemden önce son bir kez daha hep beraber yaşamak güzel bir duygu. Hepimiz mutluyuz. Nokia 1100’a sardım şimdi. Akıllı telefona olan bağımlılığımı ve boşa geçen zamanlardan kurtulacağım. Tuşlu telefona geçeceğim. Telefonda sadece mesaj atabileceğim, arama yapabileceğim. Yılan da oynarım. Telefonu asıl amacı olan iletişim için kullanacağım. Sosyal medya kullanmayalı 1.5-2 sene oldu. Sigara gibi yıl sayıyorum. Bıraktığıma o kadar mutluyum ki. Şimdi akıllı telefondan da kurtulduk mu tamamdır. Büyük ölçüde mekanik yaşama dönmüşüz demektir. Dünya tarihi okumaya başladım. Taştan balta yapmak en büyük teknolojik gelişmelerdenmiş ilk zamanlarda doğal olarak. Ben de ona sardım, yarın çıkıp taş arayacağım sokaklarda büyük bir taşa küçük bir taşı vurarak baltanın keskin kısmını yapmaya çalışacağım. Sonra da bir odun bulup odunla taşı bağlamam lazım; ama ip kullanmayacağım. Her şey o zamanlardaki gibi olması lazım. Bir şeyler bulacağım artık. Okumak güzel. O kadar çok okunacak kitap, öğrenilecek bilgi var ki. Hikaye yazmayalı baya oldu, özledim. O zaman yeni bir hikayeye başlayalım. Ama bir seri olsun, bir yazıda bitmesin, sonunu ben de bilmeyim, akışa bırakalım, nasıl biteceğini zamanla düşünürüz. Osmanlının son dönemlerinde veya Türkiye’nin ilk yıllarında böyle hikayeler yazılırmış. Bazı yazarlar sonunu bilir, bazıları bilmez her gün veya her hafta hikayenin bir kısmını yazarmış. Aşk-ı memnu aslında böyle gün gün yazılmış bir gazete romanıymış mesela. Onu hatırlıyorum. Hocamız anlatmıştı. Şimdi biz de onun gibi bir şey deneyelim.

8 Mayıs 2018 Salı

Hayat

Şimdilerde hayat karışık biraz. Dönem sonu olmasına rağmen yapılacak iş yoğunluğu o kadar fazla ki oradan oraya koşturuyorum. Bu kadar koşturmacanın da mantıklı olduğunu düşünmüyorum. Sürekli yapmam gerekenler ile büyük resim arasında kalıp duruyorum. Büyük resimden kastım biz neden yaşıyoruz, neden çalışıyoruz, neden okuyoruz? Daha mutlu, daha güzel bir hayatımız olsun diye. Neden para kazanıyoruz veya kazanmak için uğraşıyoruz? İlerde ekonomik olarak imkanımız olsun diye gezmeye, tozmaya, yemeye, içmeye, sağlığa, ailemize vs.

Hayatı yaşamak için mi çalışıyoruz yoksa çalışırken hayat bitip gidiyor mu? Benim için bu aralar çalışırken hayat akıp gidiyor modunda. Önüme bakıyorum. Hep bir çalışma, ekstra efor lazım. Tabii ki bütün bunları yapmak zorunda değilim; ama şunu şöyle yapsam daha iyi olur, şöyle fedakarlık yapayım ilerde rahat ederim şeklinde gidiyor. Eşeğin önündeki havuç hikayesine benziyor bu anlamda hayat. Eşeğin sırtına bir çubuk bağlamışlar, çubuğun ucunda da havuç var. Eşek havucu yiyeceğim diye sürekli ileri gidiyormuş. Yani ilerde rahat edeceğim aslında tamamen bir havuç mu? Ne zaman rahat edeceğiz? Bu aynı çalışanların emekliliği hayal etmesi gibi. İnsan 30 yıl sonrasının hayaliyle yaşar mı? Burada bir yanlışlık yok mu sizce de? İnsan hayallerini hayatının her günü, her anı, her yılı yaşamalı. Diğer türlü, yıllarca fedakarlık yap onun için, bunun için ee geriye ne kaldı yaşamak için? 50-60 yaşından sonra napayım ben hayalleri?

Rahat insanlarla başarı isteyen insanlar arasında bu konuda çok büyük bir fark var. Rahat insanlar hayatları boyunca o kadar başarı gösteremeseler de yaşadıkları her an keyif almaya bakıyorlar, alıyorlar da. Başarı isteyen insansa hep daha iyisi olduğu için biraz daha biraz daha dişini sıkıp duruyor. Ne zaman bitecek bu gidişat o da bilmiyor aslında. Aslında biliyor. Diyor ki 2 sene sonra rahata ereceğim. Şundan sonra her şey çok güzel olacak. Ondan sonra başka bir şey çıkıyor. Ondan sonra başka bir şey çıkıyor. Bütün bunların farkında olmayan ve büyük resmi göremeyen biri yılların nasıl geçip gittiğini anlamaz bile. Bir sorsan son 5 senede neler yaptın diye belki de anlatabileceği şey sayısı o kadar azdır ki.

Bilinçli olmak çok önemli. Yaptığımız hareketleri, seçimleri, gittiğimiz yolları sürekli sorgulamalıyız. Ben şu an yaptığım şeyi neden yapıyorum?

Her gün anı biriktiriyoruz. Güzel anılar biriktiriyor muyuz? Kaç tane anlatabileceğimiz kadar güzel, heyecanlı, farklı anılar biriktiriyoruz? Kaç kere sınırlarımızın dışına çıkıp çılgınlıklar yapıyoruz?

Nasıl bir şirket yola çıkmadan önce vizyonunu, misyonunu, gelecek planlarını, hedeflerini, her şeyini ayarlayıp öyle başlıyorsa insanların da aynısını yapması lazım aslında. Sınırlarını çizmesi lazım. Ben bunu istiyorum. Bu isteğime şu an ulaşmak istiyorum. Onun için şunları yapacağım. Ne eksik ne fazla O zaman insanların kafası hiç karışmaz. Dışardaki şartlar çok değişken. İnsanları zorlayan da bu zaten. Ama işte ne istediğini tam olarak bilen bir insan sanki kendi kutup yıldızı gibi onlara bakıp yönünü kolayca tayin edebilir. Hayat zorlaşıyor, ekonomik durumlar, çocuklar, iş ortamı, evlilik hayatı, ev geçindirme derdi, gelecek için para biriktirme, ev-araba derken o kadar çok düşünülmesi, yapılması gereken iş var ki. Bütün bunların yaparken veya yapmaya çalışırken hayatı yaşamayı da unutmamak lazım. Benim düşündüğüm de bu işte.

Ben ne kadarlık bir başarı istiyorum? Çünkü sonu yok. En tepeyi hedeflersen yemeden, içmeden, gece gündüz çalışmak gerekir. Onu yapanlar da var; ama bence saçma. Bir mantığı yok. Bu aralar düşünmeye bile vakit kalmadan önümdeki işleri yetiştirmeye çalışıyorum. Bunun hiç doğru olmadığını biliyorum; ama yapacak da bir şey yok. Bugün bu gidişata bir dur deyip yarın yapmam gereken önemli işler olmasına rağmen atladım geldim kafeye, nargilemi içip kafa dağıtıyorum. Uzun süredir yazmadığım yazımı yazıyorum.

Bunları konuşacak çok fazla insan da bulamıyorum. İnsanların gözüne perde inmiş gibi bilinçsizce yaşıyor gibi geliyor. Kaç kişi bilinçli bir şekilde yaşadığı hayatı sorguluyordur acaba?

İnsanların, daha çok orta yaş grubunun televizyon izlemesi, geliri orta ve düşük kesimde daha fazla, veya genç neslin youtube'da, sosyal medyada işsiz işsiz zaman öldürmesi bundan bence. İnsanlar beyinlerini uyuşturuyor düşünmemek için. İşten eve yorgun argın gelip alıyor önüne bir ekran, yatana kadar izle babam izle. Ondan sonra da yat uyu. Kafasını dağıttığı için biraz rahatlamış, dinlenmiş bir şekilde yatağa yatıyor. Ama sorunun kökenini asla çözmüyor. O kadar yorulmak istiyor musun? Yapacak bir şey yok mu? O zaman en azından sana kalan zamanda nasıl hayatını güzel bir şekilde hayatını yaşarsın onu düşün bari. Büyük ihtimalle o kadar yorgun ki düşünecek takati kendinde bulmuyor. Ee düşünme düşünme nereye kadar? Yıllarca bu döngünün içinde git gel o zaman. Çoğu kişi gidiyor zaten.

Zamanı yavaşlatma tekniği dediğim şeyi böyle zamanlarda kullanıyorum. Bu kadar yoğun olduğun zamanlarda, inadına her şeyi kenara bırakıp dinlen, hiçbir şey yapma, düşün, sakinleş.



19 Nisan 2018 Perşembe

Anıl'ı Tanıyalım


Anıl. Soy ismini vermeyelim. O bizim için hep Anıl kalsın. Yaşını söylemeye gerek var mı? Küçük Prens, büyükleri hep rakamlarla uğraştığından, hayatı hep rakamlarla anlattığından şikayet ediyordu. Kaç yaşındasın? Ne kadar maaş alıyorsun? Saat kaç? vs. Bana da Küçük Prens’in şikayetinin anlamlı, biz büyüklerin, yetişkinlerin takındığı bu tutum anlamsız geldiği için Anıl’ı anlatırken hiçbir sayıya başvurmamaya çalışalım.

Anıl bir süredir mutlu mutlu İstanbul Teknik Üniversitesi’nde elektrik mühendisliği okuyor. Şimdilerde mezun olmak üzere. Mezun olacak olmasına da hala ne yapacağını, nerede çalışacağını, bu sene evden ayrılıp ayrılmayacağını ve çok sevdiği arkadaşı Fikret’i bırakıp bırakmayacağını, yani hiçbir şeyi bilmiyor. Bu kararsızlık, bilinmezlik günlerinde son dönemin vermiş olduğu rahatlıkla ve tecrübeyle ekebildiği dersleri biliyor ve evde keyif yapıyor.

Dün tam olarak böyle bir muhabbet geçti aramızda. Ben onlardaydım. Onlar kim? Biri Fikret, biri Anıl ve ben. Diğer arkadaşları gizli kalsın şimdilik; ama o bir broker. Ben ve Fikret sohbet ediyorduk. Ben yarın ING201 dersimin olduğunu ve bugün bitirme tezimle uğraşmam gerektiğini söyledim. Fikret’e sordum sen ne yapacaksın diye. O da biraz dinleneceğini sonra da bazı dersleri çalışacağını söyledi. Anıl da bugün benim dinlenme günüm, bugün dinleneceğim dedi. Bir gün önce vizesi olduğu için sabahlamış. Ben de nasıl dinleneceksin diye sordum. Tam bir Küçük Prens sorusu. Anıl “Yatacağım, dinleneceğim işte. Bence bir insan böyle dinlenir.” deyip güldü ve nispet yapar gibi hangi filmi izlesem diye sesli sesli düşünmeye başladı.

Anıl güzel yemek yapar. Bir keresinde sosisli, kabaklı, patatesli börek yapmıştı bize. O kadar. Titizdir, yemeği yaparken bir yandan ortalığı toplar, bulaşıkları makineye koyar, tezgahı siler. Zamanını yemek pişerken diğer mutfak işleriyle geçirmeyi mantıklı buluyor ve bunu işin bug’ını bulmuş gibi keyifle yapıyor. Sanki yemek pişerken zaman geçmiyor, bütün yaptığı o işler yanına kar kalıyor gibi. Genelde naif olmasına karşın yemek yaparken otoriter. Ben de yemek yapmayı severim. Fikretlere gittiğimiz zaman yemeği kim karıştıracak konusunda ikilem yaşıyoruz. Fikret genelde domates ve soğanları doğrar. Ben de Anıl’ın tahta kaşığı tutup yemeği karıştırma otoriterliğini bırakmak istemediğini bildiğimden ona karışmam.

Salamı çok seviyor; ama aç bitir olacak. Kaç kere sordum kocaman bir salam neden almıyorsunuz diye. Büyük de alsak bugün biter diyor. Yani kahvaltıda ne kadar salam varsa hepsini yeme kapasitesi var, o yüzden her gün aç bitir alıyorlar; ama bence özellikle aç bitiri seviyor. Kendine bunu itiraf edemiyormuş gibi. Aç bitir salamı da nasıl alıyorlar. Bakkalı arayıp sipariş veriyorlar, sonra da sepet sarkıtıp yukarı çekiyorlar.

Çok düzgün adam, efendi. Tam evlenilecek tiplerden. İnşallah kendi gibi kalbi temiz birini bulur. Ortaokuldaki hatıra defterleri aklıma geldi. Kızlar şöyle başlardı; kalbin gibi temiz bu sayfayı bana ayırdığın için teşekkür ederim.

Neden Anıl? Bilmiyorum, öyle bir esti. Anıl gibi bir adamı anlatmak lazım diye düşündüm. Onu tanımak lazım. Daha çok kişinin tanıması lazım yani.

Bir insan kaç sayfayla, kaç kelimeyle anlatılabilir ki? Anıl’ı tabiki böyle bir yazıyla bitirmeyeceğiz. Bir Anıl serisi yazacağız, yani inşallah.

Bugün bilgisayarının kullanıcı şifresini öğrendim.

Hayvanları pek sevmiyor. Yoda’yla zar zor tanıştırmıştık. Yoda benim kedimdi. Bir bu özelliği kötü herhalde. Hayvan sevmeyen insanlardan pek bir hayır gelmez ya Anıl istisna herhalde. Ben hala bu düşüncemi koruyorum tabiki. Eve bazen güvercin giriyormuş. Anıl sevmediği için Fikret’e çıkartıyormuş. Kedi, köpek, fare fark etmiyor; hiçbirini sevmiyor, dokunamıyor.

Conclusion: Anıl’ı genel olarak tanıyalım diye yazdım bu yazıyı. Anıl işte böyle biri. Her şey gözünüzün önünde canlanmasa da fikir vermiştir. Bundan sonra Anıl Okula Gidiyor, Anıl Dinleniyor, Anıl PUBG izliyor gibi yazılar yazacağım. Bakalım Anıl neler yapıyor, nasıl birisi, kim bu adam. Normal, sıradan her gün karşılaştığımız, bizim gibi biri ne yapar? Bizden farklı bir şey yapar mı? Yapmasa dahi onu tanımak güzel olabilir mi? Hiç tanışmasanız dahi Anıl’ı yazılardan okuyup tanımak insanların hoşuna gider mi? Ben isterdim.