7 Ekim 2016 Cuma

Sonbahar



Siyah dalgaların rüzgarın şiddetini bahane edip, dövercesine kayalara çarpmasını izliyorum. Sanki bana ulaşmaya çalışıyorlar. Hava kapalı, etrafta kimseler yok. Kumsal, yazın yorgunluğunu atmak istiyor sanki. İstenmediğimi anlıyorum; ama yine de burada sinir bozucu bir şekilde durmaya devam ediyorum. Sırf onlara inat duruyorum. Sanki gidersem pes edecekmişim gibi geldi. İçimden bu saçma düşünceler geçerken yağmur yağmaya başladı. Sanki kavgaya adam çağırır gibi arkadaşlarını çağırdılar. Gitmeyeceğim işte. Acayip sinir oldum. Yağmur abartısız bir saat yağmıştır. Sırılsıklamım; ama bir zafer kazanmış kadar mutluyum. Yenilmedim sana. Deniz duruldu, rüzgar duruldu, hava kapalı hala. İyi oldu size, kiminle baş ettiğinizi bilmiyorsunuz. Bu son cümleyi denize karşı bağırarak söyledim. Şimdi gidebilirim işte.

Otelime geldiğimde görevliler şok oldular ve neden gelmediğimi sordular. Hadi anlat kumsalgile sinir olduğum için gelmedim diye. Islanmayı seviyorum dedim. Resepsiyonda duran Kırşehirli Ahmet’in normalde mutfakta çalışan; ama iş olmadığı için lobide çay çekirdek keyfi yapan aşçıya ve Ertan’a attığı bakışı anladım. Benim sorunlu olduğumu düşünüyorlar. Sanki kendileri çok normal. Bütün sonbahar-kış sezonu boyunca ortalama günde iki müşteri için sabahtan akşama kadar lobide oturuyorlar. Neyse, yargılamak en doğal hakları, kullansınlar bakalım. Odaya geçip sıcacık duşa giriyorum. Hapşurmaya çoktan başladım bile, burnumun akması da cabası. Buz gibi banyonun fayanslarına değen sıcak suyun çıkardığı buharları hep çok sevmişimdir. Banyoyu iyice ısıttıktan sonra odaya geçmeden o sıcaklıkta üstümü giyiniyorum. Saçımı küçücük aynaya bakarak yalandan bir şekil verip kurutuyorum. Oda, yataktaki temiz; ama eski battaniye, duvara monte edilmiş, kumandasına bassan da açılmayan televizyon, odayı daraltan masa ve sandalye… Gördükçe içim sıkılıyor. Aşağıya, bu küçük sahile kısılıp kalmış küçük dünyalarıyla yaşayıp giden insanların yanına iniyorum. 

-          - Selamün aleyküm.
-          -  ( Hep bir ağızdan) Aleyküm selam. 

Ahmet ıslandığımı bildiği için hemen sobadan sıcak çay koyup getiriyor. 

-          - Buyur abi. Şeker şurada.
-          - Sağolasın Ahmet. 

Dönüp eski Bizimkiler dizisini nereden buldularsa izlemeye devam ediyorlar. Cemil’i özlemişim ben de gerçekten. Bekliyorum sormaları nereden geldin, ne iş yapıyorsun demelerini. Neden? Çünkü ben daha aydın, daha kültürlü, daha çok okumuş bir insanım. Bu yüzden beklediğimi anlayıp ben muhabbet açmaya çalışıyorum. 

-          - Ya beyler bahara kadar sıkılmıyor musunuz burada?  
       - Ertan: Sıkılıyoruz abi sıkılmasına da naparsın, ekmek parası işte. Fazla para harcamıyoruz zaten, az kazansak da biriktiriyoruz olanı.
-          -   Hocam senin ismin neydi?
-          - İsmim Özgür, aşçılık yapıyorum ben de.
-          - Biliyorum aşçı olduğunu da ismini bilmiyordum. Ben de Mahir, memnun oldum. Yemeklerin çok güzel, eline sağlık, aşçılık okuluna falan mı gittin?
-          - Yok  beyim, kendimiz öğrendik gençken. Sonra otellerde çalışmaya başladık işte.
-          - Ne güzel.

Zorla bir gülümsemeden sonra herkes diziyi izlemeye döndü. Ben sobadan tekrar çay koymak için doğruldum. Ahmet kalkmaya yeltense de elimle oturmasını söyledim. 

Odaya çıkıp not defterimimi ve kalemimi aldım. Elimdekileri görünce biraz garipseler de bir şey demediler. 

     7 Ekim 2016, Cuma, Saat 18:30. 

Ben Mahir, yaşadığı hayattan sıkılıp ismini vermek istemediğim, ismini paylaşarak esrarengizliğini bozmak istemediğim Karadeniz’deki bu sahile geldim. Küçüklükten beri yazdığım onlarca yazıdan birisi bu. Nasıl 20’li yaşlarda yazdıklarımı şimdi okuyup geçmişe dönme fırsatı elde ediyorsam bu yazıyı da yine ilerde okurum diye yazıyorum. Daha doğrusu şuan yazmak içimden geldi. Herhangi bir amacı düşünecek kadar iyi değilim. Bazen diyorum ki sen de keşke Ahmet gibi, Ertan gibi küçük bir hayata sahip olsaydın da bu lobide vaktini geçiremeyecek kadar çok düşünmeseydin. Nolurdu ki az düşünseydim biraz daha. Yaşadığım şehirden kaçtım geldim. İşi gücü bırakıp -izin alıp- geldim. Sıkıldım, çok şeyden sıkıldım. Hangi birini yazacağım. Yazmakla bitmez, bir de yazarken aklıma gelip yine sıkılacağım. 30’lu yaşlarımdayım. Yaşlanıyorum tripleri midir bunlar bilmiyorum. 20’li yaşlarımı çok güzel yaşadım. Heyecanlıydım, güzel hayaller kuruyordum. Ne var ki son birkaç senedir karamsarım. İş yerlerindeki üstü örtülü sosyal medya kullanma zorunluluğundan, whatsapp gruplarından sıkıldım. İş arkadaşlarımın, bir yerlere gelmiş bu insanların bile saçma sapan hikayelerini izlemekten sıkıldım. Sabahtan akşama kadar evimde oturup kitaplarımı okumak istiyorum. Bir de yavru bir köpek alırım. Tamamdır işte, daha ne isterim. Hayatın…

Bunları yazarken sobanın sıcağından olsa gerek uyuyakalmışım. Ateşim çıkmış, doktor çağırmışlar. Seslere uyanıp anladım neler olduğunu. Kendimi hiç iyi hissetmiyordum zaten. Doktor ilaçları yazıp Ahmet’e verdi. Ben de odama geçtim. Sağolsun Ertan odaya bir tane daha ısıtıcı getirdi. Ahmet ilaçlarıyla bir yarım saat sonra geldi. 

-         - Abi ilaçların burada, üzerinde yazıyor nasıl içmen gerektiği. Ben sana güzel bir hasta çorbası yaptırıyorum şimdi. Geçmiş olsun. İki güne kalmaz iyileşirsin inşallah. Bir isteğin olursa telefonla ararsın.
-        -  Sağolasın Ahmet, seni de yorduk kusura bakma. İlaçların ücretini hesabıma eklersin.
-         - Yok abi olur mu öyle şey, ne olacak. İyileşmene bak sen, hadi geçmiş olsun, çorbayı Ertan’la yollatırım buraya.
-         -  Sağolasın Ahmet.

Küçük dünyaları olan, ilk başta soğuk duran bu insanlardan gördüğüm yakınlık beni gerçekten şaşırttı ve duygusallaştırdı. Daha yeni içimi daraltan oda iki ısıtıcının da etkisiyle sanki tatlı bir yer oldu gibi. Kendimi hiç olmadığım kadar mutlu hissediyorum. Hasta olmama rağmen içim hiç olmadığım kadar huzurlu. İlaçları alan Ahmet’e, hasta çorbası yapan Özgür’e, az sonra çorbamı getirecek Ertan’a kendimi o kadar yakın hissediyorum ki. 

Çorbayla gelen Ertan’a televizyonu açtırıyorum.

-       -   Sağolasın Ertan, hepinize zahmet oldu.
-        -  Estağfurullah abi, geçmiş olsun. Bir isteğin olursa ararsın aşağıyı. 

Televizyonu biraz kurcaladıktan sonra Adile Naşit ve Münir Özkul’un oynadığı çok güldüğüm sirke-limon tartışması olan filmi buluyorum. Keyfime diyecek yok. Çorba da o kadar güzel olmuş ki. Bu çorba beni gerçekten ayağa kaldırır. 

İki gün içinde iyileşmiş bir şekilde aşağıya iniyorum. Sonbaharda ağaçların yaptığı gibi bana ağır gelen yapraklarımı bir umut dökerim diye geldiğim bu otelden mutlu ve güzel dostluklar kurmuş bir şekilde bir saat sonra ayrılacağım. 

Lobiye indiğimde televizyon yine açık olmasına rağmen herkes ayaklanıyor. 

-         -  Gidiyor musun abi, kalsaydın daha?
-        -   Beyim biraz daha toparlasaydın kendini, yolda yorulup yine kötü olma.
-        -   Sağolun beyler, gideyim artık, iznim bitiyor, iki gün sonra iş başı yapacağız. Hepinizden Allah razı olsun. Gelin az oturalım, daha gitmeyeceğim. Sizinle az laflayalım. Çayımız yok mu Ahmet?
-         -  Olmaz mı abi.

Çaylarımızı doldurup güzelce sohbet ediyoruz. Sanki hastalığım, sadece benim onlarla olan ilişkimi değil; herkesi birbirine yakınlaştırmış gibi. Çok garip. 

Kalkmaya yakın hasta olmadan önce yazdığım yazıyı onlara okuyorum. Daha iki gün önce neredeyse iki senedir yaşadığım karamsarlık halimden bahsediyorum. Hepsi dikkatli dikkatli beni dinliyor. İki gündür hiç tanımadığım insanlardan gördüğüm bu ilgi beni kendime getirmeye yetti. Bunu da açık açık onlara söylediğimde yüzlerindeki o gülümsemeyi ve tevazularını hiç unutmayacağım. Üçüyle de candan sarılıp vedalaşıyoruz. 

-          - Yine bekleriz Mahir abi, yolun açık olsun.
-          - Görüşürüz beyler, yine geleceğim ilk fırsatta, Allah’a emanet olun. 

Dönüş yolunda arabada keyifli bir radyo programı açıp dinliyorum. Aslında dinlemekten çok düşünüyorum. Nasıl oldu? Ben nerede eksik yapıyordum iki yıldır? Ne oldu da şimdi iyiyim? Çok saçma geliyor bir yandan, bir yandan da kocaman şehirde sanki kendimi kapana kısılmış gibi hissettiğimi fark ettim. Böyle bir tatili çok daha önceden de yapabilirdim. Yarım saat düşüncelerden düşüncelere geçtikten sonra bir karar veriyorum. İstanbul’a dönünce ben de hiç tanımadığım insanlara, vakıf olabilir, dernek olabilir, yardıma ihtiyacı olan insanlara yardım edeceğim. Onların hayatlarının bir parçası olup yüzlerini gülümseteceğim. Bu tatili, bu tecrübeyi hiç unutmayacağım. Şimdiden yüzlerini bile görmediğim insanların yüzlerindeki gülümsemeyi görüp mutlu oluyorum. Çok şükür. Daha önceden de çok tecrübe etmeme rağmen yine kandım. Hiç bitmeyecek zannettim. Bu geçirdiğim zor yıllar da demek ki böyle güzel bir olaya ve bundan sonra yaşayacağım ve yaşatacağım mutlu günlere gebeymiş. Siyah dalgalar, kumsal, yağmur, rüzgar hepinize çok teşekkür ederim. Sonbahar sana da teşekkür ederim. Ben yapraklarımı döktüm bile. Üzülürdüm hep yapraklarını döküyorsun diye. Gerçekten rahatlatıyormuş insanı. Sıra sende, kolay gelsin.


1 Ekim 2016 Cumartesi

Ejder Asa

Bir deli mutfağı daha yapalım o zaman.

Gece 00:15, benim saat 15 dakika ileri. Hayat kurtarıyor tavsiye ederim.

İlk müzikten başlayalım. Amr Diab diye bir adam var. Diğer şarkılarını çok sevmedim; ama ‘’We Ghalawtek’’ diye bir şarkısı var. Dinlemeye değer.

Bu aralar evcil hayvan alasım var; ama kararsızım. Eskisi gibi guinea pig alabilirim. Özledim zaten üçkağıtçıyı. Kedi veya kuş da olabilir. Bakalım. Bizim aile bir garip. Kendi içimizde kullandığımız anlamsız kelimeler var. Awii gibi, anlamı ne desen açıklanmaz. O kelimeyi kullandığımız anları görüp senin de alışman lazım. Kötü kelimesi de bizde tatlı olan, sevdiğin her şeye denilebilir. Hayvanlardan bahsedince aklıma eski köpeğimiz Kötü geldi. İsmini Kötü koymuştuk. Bir gözü mavi, bir gözü siyah güzel bir Sibirya kurduydu.

Bimde kurutulmuş sebze çeşnisi var. Tuzu, baharatların oranı falan her şey tam. Tavuğu kızart, pişmeye yakın üstüne çeşniden at, biraz daha kızart. Çok güzel oluyor.

Bir cumartesi günü sabahtan gece yatana kadar İngilizce konuşmayı denesene. Soran olursa Mısırlıyım dersin. Bakalım günün nasıl geçecek?

Nedense ters takla atmayı küçüklüğümden beri çok istemişimdir. Ölmeden önce öğreneceğim inşallah.

Metrobüste ana durak olan Zincirlikuyu’dan binip yan yana oturduğun insanla sanki tanıdıkmış gibi bir hava oluyor. Sonraki duraklardan binenler yabancı; ama o insan biraz daha tanıdık.

İçerde diye bir dizi başladı. Ezeli özlemiştik zaten, aynısı sayılır. İzlemeye değer. Mustafa, Sertuğ, ben ailecek izliyoruz. Whatsapp grubumuzun fotoğrafını İçerde yaptık. Çok fanatiğiz. İçerdeyim diye espri falan da yapıyoruz.

O değil de Sokrates’i Atina halkından çok sevmeyen varmış. Öncesinde darbe girişimi yapılmış. Bu da varmış aralarında; ama becerememişler. Sonradan mahkeme açmışlar. Mahkeme açmalarının çok sebebi var da bu onlardan sadece bir tanesi. Mahkemede ölüm cezası alıp öldürülmüş.

İnstagram’da tintin_the_squirrel diye hesap var. Kendi sitesi falan da var. Tintin’in hikayesi anlatılıyor. Çok tatlı ve akıllı bir sincap. Sincap mı alsak?

Geçenlerde facebookta bir yazı paylaştım. Aya binip uçuyoruz falan. Okuyanlar kafam yükselmiş zannetmiş. Murat sağolsun bir kitap hediye etmişti. Latife Tekin / Sevgili Arsız Ölüm. Gerçekten ilk defa böyle bir kitap okudum ve çok hoşuma gitmişti. Tavsiye ederim. Teşekkürler Murat. Türü, büyülü gerçeklik. Ben de onun gibi bir yazı yazdım sadece, kafam falan yükselmedi.

Küçükken farklı böcekleri aynı kaba koyup zorla dövüştürmeye çalışırdık ya. Bizim çocuklar sanırım onu yapamayacak, üzücü. Çocukken cipsten pokemon tasoları çıkıyordu, bize bir ara bu ashe, misty falan denk geldi. Sezgin abim onu bizden bir şey deyip almıştı. Ne demişti de almıştı, onu hatırlayamıyorum.

Liseyi yatılı okudum. Yatılı okuyunca anılar anlat anlat bitmez. Bir gün evden dönüyorum; ama bayram değil. Ben neden gittim hatırlamıyorum. Herkes akşam etüdünde. Yatakhaneye çıktım. Bir baktım odanın tekinden dumanlar geliyor. Açtım kapıyı battaniye tutuşmuş, yanıyor. Koşarak aşağıya inmiştim. Odada yangın çıktı diye. Bizim belletmenin aklı gitmişti. Yasin elektrikli battaniye almış, prizde unutmuş, o yanmış. Bir ara da çatı uçtu. Bildiğin durup dururken rüzgardan dolayı çatı uçtu. Kaç gün kütüphanede ansiklopedilerle yan yana 50 kişi yatmıştık. Çatı hiç uçar mı ya, ne garip okuldu.

Pekmez,yoğurt sanırım sadece bizim oralara özgü. Hiç yemeyen insanlar var. Dene, pişman olmazsın.

Mecidiyeköy’den sevgilerle.