18 Ağustos 2016 Perşembe

Yaz Geceleri

Bir yerden başlamak gerekiyor; ama gram giriş yapasım gelmedi. Çünkü konu bütünlüğü olmayacak okuyacağınız yazıda. Seyit Ali Aral'ın '' Deli Mutfağı '' köşesi var Penguen dergisinde. Sürekli okumasam da tarzını hep sevmişimdir.

Birkaç gün sonra yola çıkacağım. Yaklaşık on gün boyunca telefonum kapalı olacak. Dış dünyayla bağlantımı keseceğim. Anı yaşamak, carpe diem dediklerini tam olarak yaşayacağım. ( Carpe Diem'i hep olumlu anlamda düşünürüz de eğer olay anı yaşamaksa; o an üzücü bir durum varsa onu da hakkıyla yaşamak gerekmez mi? Carpe diem, şu devirde imkansız sanırım. Tam an'ı yaşıyorsun, tık bildirim geliyor, '' An '' bozuldu.) İlk telefonumu liseye il dışına giderken aldım. Tam 9 sene sonra, 10 günlüğüne de olsa telefonsuz yaşadığım eski çocukluk yıllarıma geri döneceğim.

Zayıf sarı ışığın incitmeden aydınlattığı tozlu raflarda kitapların sessiz, mutlu birlikteliklerine bakıyorum. Bir kedi var. Gözlerimin içine öylesine bakıyor ki sevmeden edemiyorum. Beni biraz yokladıktan sonra kucağıma çıkmaya cesaretleniyor ve her an yaptığından kızabileceğimi düşünmüş gibi masumca yatıyor kucağımda. Buraya bir radyo lazım ve odadaki havayı biraz ağırlaştıracak bir müzik. '' Bir İhtimal Daha Var '' Tuncel Kurtiz'in yine her zamanki gibi alın çizgileri, okuduğu
kitapları ve sözleri aklıma geliyor. Dışarıdaki hava soğuk olmalı kesinlikle. Kar yağmış, tutmuş; hala ince ince bize eşlik ediyor. Biz dediğim kediyle ben. Camlar yarısına kadar buğulanmış. Odada canım sıkılıyor. Radyo programına katılıyorum, ufak bir sohbetten sonra '' Ballad of Rock'n Roll Loser '' istiyorum. İşte bu, her şey tamam. İyice geriye yaslanıp ayaklarımı uzatıyorum, kediy(m)le beraber uyuyorum. O anda kar sanki yorulmuş da bu zamana kadar bizim uyumamızı beklemiş gibi duruyor.

Uyandığımda kendimi kitapların arasında bir kitap olarak buluyorum. Kitapların oradan, yukarıdan dışarıdaki hayat nasıl gözüküyor, hiç düşünmemiştim. Sanki çok normalmiş, yıllardır bu anı bekliyormuş gibi hiç yadırgamadan odayı izliyorum. Olacakları heyecanla bekliyorum. Odaya Osman giriyor, sigarasını yakıyor, bilgisayarı açıyor ve lol atıyor. Mutlu.

İstiklal'deki çocuğuyla, yaşlısıyla büyük bir zevkle Rum şarkılar söyleyen grup geldi aklıma. Hep yapmak istemişimdir.

Hayatımızda her sene farklı hikayeler oluyor. Her şeyin bu kadar çabuk değişmesine yavaş yavaş ayak uydururken paylaştığın şeyler azalınca dostlukların bile değişmesi insanı zorluyor. Yeni dostluklar, eskiden o kadar görüşmeyip şimdi sürekli beraber oldukların, eskiden çok iyi olup şimdi on beş dakika telefon görüşmesini bile zor yaptıkların. Allah'a şükürler olsun ki çocukluğumdan beri ne olursa olsun hiç değişmeyen gerçek anlamda bir dostum oldu. Dualarım hep onunla. Şanslıyım.

Bu yazıyı beni daha hiç görmeyen, benimle daha hiç konuşmamış, beni tanımayan insanlar da okuyacak. Kulağa saçma geliyor. Biraz sizinle de sohbet edelim. Şu soruları sormadan edemeyeceğim. Neden okuyorsun? Yazıyı okurken beklentin ne? Yazıyı yazarken, okuyan her kişinin okuduklarıyla düşünde farklı imgelerin canlandığını hayal etmek bana büyük haz veriyor. Kafanda canlananları benimle paylaşırsan mutlu olurum. Herkesten farklı bir hikaye dinlemek gerçekten eğlenceli.

İnce hastalık gibi ince düşünme hastalığı da literatürde tanımlanabilir. O öyle olursa şöyle olur mu? Bu böyle olursa doğru mu olur vs.

Osman odadan çıktı, uyumaya gitti. İçeriye Fikret, Borga, Anıl ve Mustaca girdi. Sohbet ediyorlar. İngilizce bir uygulama bulmuşlar. Dans edip, uygulamada hızlandırma yavaşlatma seçenekleriyle ve farklı müziklerle montajlayıp eğleniyorlar. Dışarıdan hem eğlenceli bir o kadar da komik duruyor. Ümit'le Mustafa geldiler. Ümit, '' Napıyosunuz lan totovalar '' deyip çakısını masanın üzerine koydu. Herkes kayboldu, Mustafa kaldı. İstemeye istemeye sigarasını yaktı, telefonunu açtı, daldı
gitti.

Bir hayalim vardı benim üniversite hazırlıkta ciddi ciddi düşündüğüm. Okulu bir sene dondurup on iki ayda on iki farklı iş yapacaktım. Yazın inşaatta işçi olup geceleri şantiyede işçilerle beraber onların hikayelerini dinleyip uyumak... Mayısta balon satıp çocukları sevindirmek, Haziranda motorla köylere dondurma satmaya gitmek. Kış zamanı, Abant gibi bir yerde bir köy kahvesinde çay doldurup gelen yaşlı müşterilerle sohbet etmek. Ağustosta bir balıkçı kasabasında balık tutmak... İnşallah bir gün nasip olur da yaparım.

Yazacaklarım çok da kalemim yoruldu yazmaktan, görüşmek üzere.



8 Ağustos 2016 Pazartesi

Yazıyorum; çünkü bu aralar böyle sohbet etmek daha güzel. Kız erkek fark etmez yanlış anlaşılmaktan, saçma sapan davranışlardan, çocuklar gibi küsmelerden, samimiyetsizlikten sıkıldım.

Eskiden daha çok konuşurdum. Uzun bir süredir dinliyorum. Dinlemeye başladıkça fark ettim ki insanlar zaten bir şeyler anlatmana bayılmıyormuş. İnsanlar anlatmak ve dinlenilmek istiyormuş.

Yazmak daha eğlenceli çünkü hem sohbet ediyormuşsun gibi hem de iletişim kurduğun kişiyle aranda olabilecek problemlerle karşılaşmıyorsun.

Kimisi var, düzenli olarak ben aramamama rağmen 2-3 ayda bir arayıp durumumu kontrol ediyor. " Nasılsın? " diye soruyor;  " İyiyim. " diyorsun konuyu açmanı istiyor. Sonra telefonu kapattıktan sonra büyük ihtimalle kendi hayatını sorguluyor.  Ya içi rahatlıyor ya da hırslanıyor. Kimisi var herkese aynı şekilde dediği merhaba kelimesini sana da derken senin özel olduğunu belirtiyor. Kimisi var bir nasılsın sorusunu büyütüyor, acaba neden sordu diye kafasında değişik senaryolar kuruyor.

Ne birisine işim düştü diye arayacak, ne birisiyle yarışacak, ne de bir kıza kaba tabirle yazacak bir adam değilim.

Son bir haftadır üst üste bu tarz olaylar yaşıyorum, duyuyorum ve anlam veremiyorum.

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Bilge Karasu & Ne Kitapsız Ne Kedisiz

İlk kısımda '' Ne Kitapsız Ne Kedisiz '' kitabını Bilge Karasu ve kitap hakkında hiç araştırma yapmadan tamamen kendi düşüncelerimle yorumlayacağım. İkinci kısımda ise düşüncelerimi araştırdıklarımla da harmanlamaya çalışacağım.

Deneme türünde ilk ciddi kitabım buydu sanırım. Denemeye biraz ön yargım vardı. Belki de zamanı değildi bilmiyorum ama uzun zamandır aradığım ama bulamadığım o eksikliği tamamlamış gibi hissediyorum. Kitabı bitirir bitirmez yine Bilge Karasu'nun ikinci deneme kitabını aldım.

Bilge Karasu'yu okuduğumda uzun süredir kendimi öğrenmeye aç bir çocuk gibi kitap okuyamadığımı hissettim. Küçüklükten beri kitap okuyorum ve artık kitap okurken kitapların sadece bazı bölümlerinde heyecan duyuyordum. Çok fazla bir şey alabildiğimi hissetmiyordum. İlk defa cümleleri tane tane okuyup sindirmeye, anlamaya çalıştım.

Bilge Karasu bana biraz yalnız gibi geldi. Hayatı, kelimeleri, kavramları, kendisini, ilişkilerini, çevreyi sorgularken biraz kabuğuna çekilmiş; sanki evde tek başına kedisiyle biraz mutlu biraz mutsuz bir hayat sürüyormuş gibi. Bence insanlar kitap okurken, film izlerken hep kendinden, kendi hayatından bir parça arar. Karakterlerle kendini özdeşleştirmek ister. Özdeşleştirebildiği oranda o eseri sever ve mutlu olur. Herkesin okuduğu kitaptan, izlediği filmden aldığı farklıdır. O anki psikolojisine, yaşadığı çevreye, ilişkilerine, kafa yapısına, yaşına göre izlediğinden, okuduğundan çıkardığı farklıdır. Yorum kişiye özeldir ve yanlış, doğru diye bir şey denilemez.

Kitapta işaretlediğim birkaç kısım var:

- Birçok kitabın, yazar kaç yaşında yazmışsa o yaşta okunması galiba pek yerinde olur.

- Donatımları onları her şeyi anlar kılamaz; olsa olsa, pek çok şeyi anlayabilir kılar.Bu donatım, onları, bildiklerinden yola çıkarak bilmediklerini öğrenmeye yatkın kılar; o kadar.

- Çevremizdeki evcilleşmiş hayvanların üremesi, beslenme kaynaklarının insanlarca -neredeyse bütünüyle- denetlenmekte olması ( söz konusu hayvanlar sokak köpekleri, sokak kedileriyse, çöp tenekeleri, varilleri, bu kaynaklar arasında önemli bir yer tutar), şehirlerin, her şeyden önce, insanların davranışlarıyla ilişkili sorunlarıdır.

Aldığım notlar hakkında yorum yapmayacağım. Sadece daha önce duymadığım ifadeler olduğu için benim ilgimi çekti. Okuyanların da kendine göre yorumlamasını istediğim için bir şey demeyeceğim.

Akıl yerine us kelimesini kullanıyor. Usuyitik gibi kendi oluşturduğu zannedersem bilinçsiz anlamında kullandığı kelimeler var. Çünkü TDK'nın sitesinde araştırdığımda öyle bir kelime bulamadım.Özel bir sebebi var mı merak ettim.

Yazarın kitabı yazarken anlaşılma kaygısının olduğunu düşünmüyorum. Hatta bazı yerlerde sadece kendisinin anlayabileceği cümleler kurmuş. Bunu sanki bilerek ve isteyerek yapıyor gibi geldi bana. Yeni Dediğimiz Üzerine diye bir deneme yazmış. Sadece bir kelime üzerine kaç sayfa yazı yazılabilir? Okurken beni en fazla etkileyen kısımdı.

Şimdi hem kitabı hem de yazarı araştıralım...

Bilge Karasu'nun aynı zamanda felsefeci yanı olup, metinlerinde felsefe sorunlarını işlemiş ya da onun metinleri felsefi incelemenin konusu olarak görülmüş. Bazı yazıların anlaşılmaz olma sebebi şimdi anlaşıldı ya da ben daha anlayacak donanıma sahip değilim. Yazmaya 17 yaşında başlamış olması ise takdire şayan.

Yazar hakkında çok fazla inceleme yapılmamış olması garip geldi. Benim de daha fazla deşeleyesim gelmedi işin açıkçası. Yazarın mizacına uygun olarak böyle gizemli kalması daha uygun gibi.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Bilge_Karasu






4 Ağustos 2016 Perşembe

Uzun yol şoförleri. Her insanın hikayesi farklı, onlarınki apayrı. Ailelerinden uzak günlerce tek başlarına yol tepiyorlar. Uzun parlementleri tek arkadaşları.
Aynalarında ailelerin fotoğrafları. Yol boyunca  düşünüyorlar. Acaba ne düşünüyorlar? Veya düşün düşün düşünecek bir şey kalıyormu ki?
Çoğu insan sever sanırım uzun yol yolculuklarını. Tabiki kendi arabanla olursa daha tatlı ama olmasa da olur. Otobüste hiç tanımadığın birinin yanına oturarak
düşüncelere dalmak, düşüncelerinle yalnız kalmak. Ha bir de yataklı vagon olayı var. Şimdilerde tercih edilmiyor. Ama kesinlikle hiç binmemiş birinin
onu yaşaması lazım. Gece sarı ışık lambalarının sıra sıra aydınlattığı vagonunda geçtiğin şehirleri, insanları izleyerek düşüncelere dalıp gitmek...
Raylardan giderken trenin çıkardığı ses en güzel melodidir. Otobüs şoförleri. Tek elleriyle çaylarını hazırlayıp  sigaralarını yakarlar. Sadece o anı
izlesen Nuri Bilge Ceylan'ın karelerinden biri olduğunu düşünürsün. Otostop çekenler içinse ayrı bir keyiftir onlarla sohbet etmek. Kimisi sohbet etmeyi
çok sevmez, kimisi de konuşacak kişi arar. İkisiyle de sohbet etmek ayrı zevkli.

Hepimizin farklı hayatları var, farklı hayatları olacak. Acaba uzun yol şoförü olsak nasıl birisi olurduk? Ben hep yaptığı işten, aldığı ücretten memnun olmayan
insanları görünce hayal ederim. Bu adam şimdi bir iki sene yemiyor, içmiyor para biriktiriyor. Sonra biriktirdiği parayla dersaneye yazılıyor. Gece gündüz ders
çalışıyor ve güzel bir iş sahibi olarak hayata geri dönüyor. Neden yapmazlar ki diye düşünürüm hep.

Çocukken çok severdim tırları, kamyonları görünce selam vermeyi. Çocukları varsa mutlu olurlar diye aklımdan geçirirdim. Bugün üniversitede tek başına
kitap okuyan birinin yanına çay alıp gittiğinde terslenme ihtimalin var. Bu abilerimin çoğu otostop çeken hiç tanımadıkları insanları arabalarına alıyorlar ve saatlerce
beraber yol gidip sohbet ediyorlar. Bazen düşünüyor insan, neden bu kadar korkuyoruz insanlardan, sokaktaki kedilerden köpeklerden? Çok korkutularak büyütülüyoruz. Ne kadar
doğrudur bilmiyorum ama bana çok da doğru gelmiyor. Kuduz bulaşır, sevme, hastadır, pirelidir veya tanımadığın insanlarla konuşma.

Yakında yola çıkacağız Ümit'le. 4 yıllık hayalimizi sonunda gerçekleştireceğiz. Zaman kaygısı olmadan para  kaygısı olmadan beraber on gün geçireceğiz. Kolunuzda
saatsiz, cebinizde telefonsuz ve parasız bir gün geçirdiğinizi düşünsenize. Sadece ama sadece canının istediği yere yol almak, istediğin yerde durmak, istediğin yerde
gece kamp kurup kalmak. Günlük hayatımızda bizi kısıtlayan çok fazla şey var. İlerde nasıl bir hayat kuracağım bilmiyorum ama tam ortasını bulmaya çalışacağım.





Eski işimden kalma alışkanlık düşüncelerimi düşünmeden paylaşamıyorum. Eskiden her düşündüğümüzü açık açık söyleyemezdik. Çünkü bir ekibimiz vardı. Yanlış anlayıp anlamayacaklarını düşünüp ondan sonra paylaşırdık. Aşmak zor oluyor. 3.5 yıl iş geçmişinin getirdiği çok fazla alışkanlık var. Öğrencilik kafasına bir türlü giremiyorum :) Okulda öğrencileri görüyorum, dışardan izliyorum. Sohbet ediyorlar, sınavlara çalışıyorlar, Çılgınlık yapıyorlar, kulüplere gidiyorlar, iş kuralım diye sohbet ediyorlar vs. Eski öğrencilik yıllarımı ondan bazen özlüyorum. Kafamdan onlarca düşünce geçiyor. Bazen geçmiş bazen gelecek. Bunları yazarken aklıma Son Samuray filmindeki tek düşünce sahnesi geldi.  Güzel felsefe. Zannedersem 6 7 defa izlediğim tek film. Samurayların felsefesi beni büyülüyor. Bilge Karasu'nun kitabını okuyorum. Yeni üzerine diye bir deneme yazmış. Yeni kelimesi üzerine bir insan kaç sayfa yazı yazabilir ki? Onu okuyunca rahatladım. Benden çok düşündüğünü anladım:) Sorgulamak güzel; ama bunları paylaşma ihtiyacı duyuyor insan, bazen paylaşmak da istemiyor. Gelecek tepkilerden korkuyor, olumsuz yargılardan.  Blogun tasarımı yok. Eskisi gibi genel olarak dış görünüşün önemli olduğunu çok düşünmüyorum. Düşünceler çok daha önemli geliyor artık. Bir insanın bütün kimliğini ortaya çıkarıyor sanki.