8 Kasım 2016 Salı

Yedigöller Kampı



6 Kasım Pazar, gece 02:30: Heyecandan uyuyamıyorum. Yaz kampının üzerinden 2 ay geçti. Çadırda uyumayı, ateşin başında oturmayı ve doğayı çok özledim. 

Sabah 05:45: Erkenden uyandım ve son hazırlıklarımı yaptım.

08:00: İtü metro girişindeyim. 

Yolda olanları bekliyoruz. Zaten otobüsün kalkış saati büyük ihtimalle 08:30’du, klasik organizasyon kuralı 08:00 dediler. Ben de daha ilk tanışmada ayıp olmasın diye zamanında gideyim istedim. 

İTÜ Gezi Kulübü’yle ilk kampım olacak. Kulüpler şenliğinde standlarını gözden kaçırmıştım; daha doğrusu böyle bir kulüp olduğundan haberim yoktu. Üniversiteye girdiğim zamanda zaten yokmuş, kurulalı 3 yıl olmuş. Bu sene dağcılık kulübüne girerim diye düşünüyordum. Dağcılık kulübünün standına gidip ‘’ Dağa falan tırmanmak istemiyorum da, otostop çekip kamp kuranlarınız oluyor mu? ‘’ diye sorduğumda, onlar gezi kulübüne yönlendirmişlerdi sağolsunlar. 

Senenin ilk kampı 30 kişiyle olacak. Fazla kişiyle kamp kurmak eğlenceli olabileceği gibi riskli de. Gelecek kişilerle anlaşabilmen, uyumlu kişiler olması çok önemli. Yavaş yavaş ekip toplandı ve 08:50’de yola çıktık. 

Bir kamp fotoğraflarla, videolarla anlatılabilir; ama hiçbir zaman resim ve videonun, bir yazının yerini tutmayacağına inananlardanım. Anılar fotoğraflarla saklananabilir; ama duygular unutulur gibi geliyor bana. Hissettiğim duygularımı, düşüncelerimi unutmak istemiyorum ve o yüzden her geziden hemen sonra yazıyorum. 

Yolda İsmail’in yanına oturdum. Şehir planlama mezunu, yüksek lisans 3. senesi, şimdi Yalova Üniversitesi’nden hocalarla çalışıyormuş ve belediyelerin ulaşım işlerini yürütüyormuş. Okula ara verip tekrar başladığımdan dolayı, şu anki dönemim hep kardeşim yaşımda ve genelde zor anlaşabiliyorum. Ne zaman yaşıtım veya kendimden büyük biri görsem o kadar mutlu oluyorum ki. Şansıma İsmail’in yanına oturdum ve gidene kadar keyifli bir sohbetimiz oldu. Kamp boyunca zaten Emre, İsmail ve ben eküri olacaktık. Bu arada kampta kiminle sohbet etsem, hiçbir zaman dönemimle yaşadığım o yaş farkından kaynaklanan kafalarımızın uyuşamaması sorununu yaşamadım. Herkesin muhabbeti çok güzeldi. Yolumuz ortalama 4-5 saat sürecek. Hava gayet güzel. Gelmeden önce yapılan toplantıda çok soğuk olacak diye korkuttukları kadar olmayacağını belli etmek ister gibiydi hava. Yolda, gelenekleri vampir-köylü oynanırmış. Biz de eskiden il dışındaki ekiplerimizi bir araya getirdiğimizde kaynaşabilsinler diye katil-vatandaş oynatırdık. Birbirini tanımayan bir grup insanın kaynaşabilmesi için en güzel ve en basit yöntem sanırım. 17 kişi oynanınca biraz zor oldu tabi ki; ama güzeldi. İlk elden vampirler tarafından öldürülmesek daha iyiydi tabi. Kemal sırf 3 kişi arada sıkıştık diye öldürttü beni. 

Yolda Yedigöller’e beş kala Şehir Terası’nda mola verdik. Manzarası güzeldi; ama hava o kadar soğuktu ki hepimizin içine bir korku saldı. Dolambaçlı yollardan sonra Yedigöller’e vardık sayılır. Pazar günü olduğundan ve günübirlikçiler istilasından dolayı İstanbul trafiğini andıran bir trafik vardı. Otobüsten indik ve Yedigöller’e kadar 3 km yürüdük. Çadırlarımız otobüste olduğundan dolayı hemen kuramadık. Şoförümüz Aytekin abi iki saat sonra, saat 16:30 gibi gelin dedi. O süre zarfında biz de Büyük Göl’ü gezelim dedik ve parça parça indik aşağı. ( Gördüğümüz manzaraları yazıyla anlatmak zamanımı alacak. Burada fotoğraflardan yararlanabiliriz işte. ) Sadece yaz ve ilkbahar gezmek çok üzücü. Yılın yarısı boşa gidiyor ve doğa her mevsim ayrı bir güzelliğe bürünüyor. Sarıdan yeşile her tonun ayrı ayrı görüldüğü sonbahar mevsimi o kadar güzeldi ki… Yaprakların yağmur yağar gibi dökülmesi ise film sahnelerini aratmıyordu. Zaten bazı manzaralarda, fotoğrafçılar yarışıyordu resmen. Dirsek dirseğe tripodları kurmuşlar, balık tutar gibi sabırla o an’ı yakalamaya çalışıyorlardı. İsmail’le tam Çinlilerin Ankara gibi turistik olmayan, bize göre saçma yerleri gezmelerini konuşup ‘’ Abi burada niye yoklar ki?’’ diye gülerken küçük boylu, tatlı Çinli kardeşlerimizi gördük ve içimiz rahatladı. Yolda gelin ve damatları görüp mutluluklar diledik. Tüm gölü gezdikten sonra yukarı çıkıp çadırlarımızı aldık ve kurmaya başladık. Çadırları halka şeklinde kurup ortaya ateşi yaktıktan sonra tadı yaşanılmadan bilinmeyen ateş başı sohbetleri başladı. Oturasım hiç yoktu. Arkada tek başına semaverini yakmakla uğraşan Aytekin abiye gözüm takıldı. Biz burada 30 kişi sohbet ederken onun orada yalnız oluşu içime battı ve yanına gittim. Bir saat boyunca beraber çay içtik ve sohbet ettik. Benim hayranlıkla takip ettiğim Serdar Kılıç’ın yanına, bir ay boyunca bir firmanın çalışanlarını götürmüş. Onun meşhur dağ evini ve Wolftrack kampını anlattı, fotoğraflarını gösterdi. Çayı beraber bitirdikten sonra ateşin başına geçtim ve insanları izlemeye başladım. Sohbet etmek kadar insanları izlemek, ruh hallerini, düşüncelerini ayrı ayrı okumaya çalışmak eğlenceli geliyor. İnsanlar yemeklerini yiyip dağılmaya başladıktan sonra ben de ateşin başına oturdum. Tok olmama rağmen sırf keyfine -doğada bulduğum- çubuğumu bıçakla kerttim ve közün üstünde sucuğu pişirmeye başladım. O yanan ateşin üzerinde çubukta pişen sucuğun tadını tabldotta, tabakta yediğiniz hiçbir yemekte bulamazsınız. 

Grubun büyük bir kısmı gece gölün etrafını tekrar dolaşmak için aşağı indi. Biz 5-6 kişi ateşin başında kaldık ve hep beraber yemek yedik, sohbet ettik. Hatırlayabildiklerim Melodi, Fırat, İsmail ve Remzi vardı. Melodi’yle eskiden çok iyi olmamıza rağmen iki senedir hiç konuşmuyorduk. Bu kamp dostluğumuzun pekişmesine sebep oldu. Buna ikimiz de çok mutluyuz. Grup döndükten sonra tekrar ateşin başına geçildi; ama topladığımız küçük odunlar bitmişti. Koca kütükler de tutuşmakta zorlanıyordu. Kurtarıcımız Aytekin abi benzinle geldi ve resmen alevle dans etti, şov yaptı. Gece, odunların sönmesiyle saat 02:30 gibi bitti. Çadıra girip 5 kat giyindim. Uyku tulumu ve battaniyeyle Hakan’ın çadırında soğuktan hiç etkilenmeden sabaha kadar mis gibi bir uyku çektik. 

Ertesi sabah uyandığımızda çoktan masalar kurulmuş, kahvaltıya başlanılmıştı bile. Dönüşler her zaman üzücü olur. O yüzden pazartesi sabahını anlatmak pek içimden gelmiyor. İkindi vakti dört gibi yola çıktık ve İstanbul’a saat 21:30 gibi vardık. Zincirlikuyu’da inip yukarı çıktım. Evime taksiyle gitmek için sırada bekleyen taksicilerin yanına gittiğimde ise saçma bir şekilde taksiciyle tartıştık. Merhaba İstanbul, hoş bulduk.
 
Kampın En’leri: 

Tartışmasız en tatlı kişisi: Melodi 

En güzel espri: Pazartesi sabah, kendilerini genç gibi hissettiklerini kanıtlamak isteyen bir grup ablamız sabah yürüyüşünden gelirken bizi görüp ‘’ Merhaba gençlik. ‘’ demelerinin üzerine pat diye Kemal’in ‘’ Merhaba orta yaş. ‘’ demesi. 

En güzel soru: Gece ateş başında Fırat güzel kafasıyla bir anda, ‘’ Bir fast food olmak isteseniz ne olurdunuz? ‘’ sorusu. 

Ekürilerim: İsmail ve Emre. 

En mistik kişi: İrem 

En güzel gülen: Konuşmasıyla, kendi dilinde tatlı tatlı ettiği küfürlerle, Hinduizm’de yasak olmasına rağmen yediği ilk iner döneri anlatırkenki yüz ifadesiyle, Nepalli Rupesh

Kahranımız: Aytekin abi 

Gördüğüm en mütevazi ve kibirsiz yetkili kişi: Kemal 

Görünce bile nedensiz güldüğüm: Kerem 

En görev adamı: Kaan 

En kafası rahat, sandalyesiyle biraz uzakta oturup açtığı müziklerle geceyi renklendiren: Aral 

En Vampirler: Arka beşli; Begüm, Nihan, Nilsu, Delal ve Mine 

En masumumuz: Sanal 

En garip; ama sevecen : Fırat