6 Kasım Pazar, gece 02:30: Heyecandan uyuyamıyorum. Yaz
kampının üzerinden 2 ay geçti. Çadırda uyumayı, ateşin başında oturmayı ve
doğayı çok özledim.
Sabah 05:45: Erkenden uyandım ve son hazırlıklarımı yaptım.
08:00: İtü metro girişindeyim.
Yolda olanları bekliyoruz. Zaten otobüsün kalkış saati büyük
ihtimalle 08:30’du, klasik organizasyon kuralı 08:00 dediler. Ben de daha ilk
tanışmada ayıp olmasın diye zamanında gideyim istedim.
İTÜ Gezi Kulübü’yle ilk kampım olacak. Kulüpler şenliğinde standlarını
gözden kaçırmıştım; daha doğrusu böyle bir kulüp olduğundan haberim yoktu.
Üniversiteye girdiğim zamanda zaten yokmuş, kurulalı 3 yıl olmuş. Bu sene
dağcılık kulübüne girerim diye düşünüyordum. Dağcılık kulübünün standına gidip ‘’
Dağa falan tırmanmak istemiyorum da, otostop çekip kamp kuranlarınız oluyor mu?
‘’ diye sorduğumda, onlar gezi kulübüne yönlendirmişlerdi sağolsunlar.
Senenin ilk kampı 30 kişiyle olacak. Fazla kişiyle kamp
kurmak eğlenceli olabileceği gibi riskli de. Gelecek kişilerle anlaşabilmen,
uyumlu kişiler olması çok önemli. Yavaş yavaş ekip toplandı ve 08:50’de yola
çıktık.
Bir kamp fotoğraflarla, videolarla anlatılabilir; ama hiçbir
zaman resim ve videonun, bir yazının yerini tutmayacağına inananlardanım.
Anılar fotoğraflarla saklananabilir; ama duygular unutulur gibi geliyor bana.
Hissettiğim duygularımı, düşüncelerimi unutmak istemiyorum ve o yüzden her
geziden hemen sonra yazıyorum.
Yolda İsmail’in yanına oturdum. Şehir planlama mezunu, yüksek
lisans 3. senesi, şimdi Yalova Üniversitesi’nden hocalarla çalışıyormuş ve
belediyelerin ulaşım işlerini yürütüyormuş. Okula ara verip tekrar
başladığımdan dolayı, şu anki dönemim hep kardeşim yaşımda ve genelde zor
anlaşabiliyorum. Ne zaman yaşıtım veya kendimden büyük biri görsem o kadar
mutlu oluyorum ki. Şansıma İsmail’in yanına oturdum ve gidene kadar keyifli bir
sohbetimiz oldu. Kamp boyunca zaten Emre, İsmail ve ben eküri olacaktık. Bu
arada kampta kiminle sohbet etsem, hiçbir zaman dönemimle yaşadığım o yaş
farkından kaynaklanan kafalarımızın uyuşamaması sorununu yaşamadım. Herkesin
muhabbeti çok güzeldi. Yolumuz ortalama 4-5 saat sürecek. Hava gayet güzel.
Gelmeden önce yapılan toplantıda çok soğuk olacak diye korkuttukları kadar
olmayacağını belli etmek ister gibiydi hava. Yolda, gelenekleri vampir-köylü
oynanırmış. Biz de eskiden il dışındaki ekiplerimizi bir araya getirdiğimizde
kaynaşabilsinler diye katil-vatandaş oynatırdık. Birbirini tanımayan bir grup
insanın kaynaşabilmesi için en güzel ve en basit yöntem sanırım. 17 kişi oynanınca
biraz zor oldu tabi ki; ama güzeldi. İlk elden vampirler tarafından öldürülmesek
daha iyiydi tabi. Kemal sırf 3 kişi arada sıkıştık diye öldürttü beni.
Yolda Yedigöller’e beş kala Şehir Terası’nda mola verdik.
Manzarası güzeldi; ama hava o kadar soğuktu ki hepimizin içine bir korku saldı.
Dolambaçlı yollardan sonra Yedigöller’e vardık sayılır. Pazar günü olduğundan
ve günübirlikçiler istilasından dolayı İstanbul trafiğini andıran bir
trafik vardı. Otobüsten indik ve Yedigöller’e kadar 3 km yürüdük. Çadırlarımız
otobüste olduğundan dolayı hemen kuramadık. Şoförümüz Aytekin abi iki saat
sonra, saat 16:30 gibi gelin dedi. O süre zarfında biz de Büyük Göl’ü gezelim
dedik ve parça parça indik aşağı. ( Gördüğümüz manzaraları yazıyla anlatmak
zamanımı alacak. Burada fotoğraflardan yararlanabiliriz işte. ) Sadece yaz ve
ilkbahar gezmek çok üzücü. Yılın yarısı boşa gidiyor ve doğa her mevsim ayrı
bir güzelliğe bürünüyor. Sarıdan yeşile her tonun ayrı ayrı görüldüğü sonbahar
mevsimi o kadar güzeldi ki… Yaprakların yağmur yağar gibi dökülmesi ise film
sahnelerini aratmıyordu. Zaten bazı manzaralarda, fotoğrafçılar yarışıyordu
resmen. Dirsek dirseğe tripodları kurmuşlar, balık tutar gibi sabırla o an’ı
yakalamaya çalışıyorlardı. İsmail’le tam Çinlilerin Ankara gibi turistik
olmayan, bize göre saçma yerleri gezmelerini konuşup ‘’ Abi burada niye yoklar
ki?’’ diye gülerken küçük boylu, tatlı Çinli kardeşlerimizi gördük ve içimiz
rahatladı. Yolda gelin ve damatları görüp mutluluklar diledik. Tüm gölü gezdikten
sonra yukarı çıkıp çadırlarımızı aldık ve kurmaya başladık. Çadırları halka
şeklinde kurup ortaya ateşi yaktıktan sonra tadı yaşanılmadan bilinmeyen ateş
başı sohbetleri başladı. Oturasım hiç yoktu. Arkada tek başına semaverini
yakmakla uğraşan Aytekin abiye gözüm takıldı. Biz burada 30 kişi sohbet ederken
onun orada yalnız oluşu içime battı ve yanına gittim. Bir saat boyunca beraber
çay içtik ve sohbet ettik. Benim hayranlıkla takip ettiğim Serdar Kılıç’ın
yanına, bir ay boyunca bir firmanın çalışanlarını götürmüş. Onun meşhur dağ
evini ve Wolftrack kampını anlattı, fotoğraflarını gösterdi. Çayı beraber
bitirdikten sonra ateşin başına geçtim ve insanları izlemeye başladım. Sohbet
etmek kadar insanları izlemek, ruh hallerini, düşüncelerini ayrı ayrı okumaya
çalışmak eğlenceli geliyor. İnsanlar yemeklerini yiyip dağılmaya başladıktan
sonra ben de ateşin başına oturdum. Tok olmama rağmen sırf keyfine -doğada
bulduğum- çubuğumu bıçakla kerttim ve közün üstünde sucuğu pişirmeye başladım.
O yanan ateşin üzerinde çubukta pişen sucuğun tadını tabldotta, tabakta
yediğiniz hiçbir yemekte bulamazsınız.
Grubun büyük bir kısmı gece gölün etrafını tekrar dolaşmak
için aşağı indi. Biz 5-6 kişi ateşin başında kaldık ve hep beraber yemek yedik,
sohbet ettik. Hatırlayabildiklerim Melodi, Fırat, İsmail ve Remzi vardı.
Melodi’yle eskiden çok iyi olmamıza rağmen iki senedir hiç konuşmuyorduk. Bu
kamp dostluğumuzun pekişmesine sebep oldu. Buna ikimiz de çok mutluyuz. Grup
döndükten sonra tekrar ateşin başına geçildi; ama topladığımız küçük odunlar
bitmişti. Koca kütükler de tutuşmakta zorlanıyordu. Kurtarıcımız Aytekin abi
benzinle geldi ve resmen alevle dans etti, şov yaptı. Gece, odunların
sönmesiyle saat 02:30 gibi bitti. Çadıra girip 5 kat giyindim. Uyku tulumu ve
battaniyeyle Hakan’ın çadırında soğuktan hiç etkilenmeden sabaha kadar mis gibi
bir uyku çektik.
Ertesi sabah uyandığımızda çoktan masalar kurulmuş,
kahvaltıya başlanılmıştı bile. Dönüşler her zaman üzücü olur. O yüzden
pazartesi sabahını anlatmak pek içimden gelmiyor. İkindi vakti dört gibi yola çıktık
ve İstanbul’a saat 21:30 gibi vardık. Zincirlikuyu’da inip yukarı çıktım. Evime
taksiyle gitmek için sırada bekleyen taksicilerin yanına gittiğimde ise saçma
bir şekilde taksiciyle tartıştık. Merhaba İstanbul, hoş bulduk.
Kampın En’leri:
Tartışmasız en tatlı kişisi: Melodi
En güzel espri: Pazartesi sabah, kendilerini genç gibi hissettiklerini
kanıtlamak isteyen bir grup ablamız sabah yürüyüşünden gelirken bizi görüp ‘’
Merhaba gençlik. ‘’ demelerinin üzerine pat diye Kemal’in ‘’ Merhaba orta yaş.
‘’ demesi.
En güzel soru: Gece ateş başında Fırat güzel kafasıyla bir
anda, ‘’ Bir fast food olmak isteseniz ne olurdunuz? ‘’ sorusu.
Ekürilerim: İsmail ve Emre.
En mistik kişi: İrem
En güzel gülen: Konuşmasıyla, kendi dilinde tatlı tatlı
ettiği küfürlerle, Hinduizm’de yasak olmasına rağmen yediği ilk iner döneri
anlatırkenki yüz ifadesiyle, Nepalli Rupesh
Kahranımız: Aytekin abi
Gördüğüm en mütevazi ve kibirsiz yetkili kişi: Kemal
Görünce bile nedensiz güldüğüm: Kerem
En görev adamı: Kaan
En kafası rahat, sandalyesiyle biraz uzakta oturup açtığı
müziklerle geceyi renklendiren: Aral
En Vampirler: Arka beşli; Begüm, Nihan, Nilsu, Delal ve Mine
En masumumuz: Sanal
En garip; ama sevecen : Fırat