3 Aralık 2016 Cumartesi

Oşiyan

Düşünmek hoşuma gidiyor. Aslında, tek arkadaşım kendim. Kendimle beynimin içinde konuşmak çok eğlenceli. Bu şizofrenik gibi dursa da; her insanın bunu yaptığını, önceki normal hayatımdan da bildiğim için sorun etmiyorum. Bu şekilde devam edersem psikolojim ne kadar sağlıklı kalır bilmiyorum; ama mutluyum. Önemli olan da bu değil mi? Mutlu olmak. Mutlu olduğun sürece nasıl mutlu olduğunun önemi var mı ki? Böyle söyleyince çok genel oldu. Genellemeler genelde yanlıştır. Şöyle düzelteyim. Başkalarına ve mümkünse kendine zarar vermeden mutlu oluyorsan nasıl  mutlu olduğunun bir önemi yok bence. Bence, çok gereksiz bir kelime, değil mi? Neden diğer insanlar yanlış anlamasın diye '' bence '' deriz ki veya diğer insanlar bizim düşüncemize yanlış diyemesinler diye ekleriz cümlelerin sonuna. Bence, bu benim kişisel görüşüm demektir ve işte bomba geliyor:

'' Siz nasıl düşünürseniz düşünün, bu benim kişisel görüşüm ve bunu yargılayamazsınız. ''

İşte tam olarak da bence bu demek. Vay canına, seni gidi modern filozof. Bence diyen insan, karşılıklı konuşmanın bug'ını bulmuş mini çakaldır. ( bkz:penguen ) ( Buradaki bence'den önce İngilizce'de olduğu gibi ''the'' artikeli koymak lazım. Bu normal bir bence değil. Bu, önceden konuştuğumuz ve artık özel olan bir bence. Türkçe'de bu eksik. Ancak böyle ifade edebiliyoruz: '' bence '' Hatalıysam düzelt: batuhantanriverdi01@gmail.com ) Ağzımızdan çıkan ve herhangi bir kaynaktan alıntı olmayan her cümle zaten '' bence '' değil midir? Kendi kişisel görüşümüz değil midir?

Bunları düşünen yazar değil, benim. '' Ana karakter '' Tek bir karakter var zaten; o da benim. Bana inanmayabilirsin, kendimi size ispatlayamam da; ama benim.

Ben her karakterin bir ruhu olduğuna inanırım. Yaşar Kemal'in İnce Memed' i kesin yaşıyordu, yaşadı. Öyle biri vardı. Orhan Pamuk'un ''Masumiyet Müzesi '' romanındaki  Kemal  ve Füsun yaşamadı mı zannediyorsun? Cihangir'de o karakterlerin yaşadığı ev hala duruyor. Bunları benim okuduğuma inanmıyorsun; ama ''Inception'' filminde rüya içinde rüyayı izlediğinde büyülenmiştin oysaki.

Oğuz Atay'ın ,haddime değil ama, ''Tutunamayanlar'' romanında yaptığı gürültü edebiyatı da böyle bir şeydi. Kitap üç ayda zor bitti. Gerçi ben de bir tutunamayan sayılırım. Ben aslında bugün odamı,evimi ve yaşadığım hayatı düşünecektim. Nerelere geldim?

Ben normal bir insanım. Herkes özel olduğunu düşünüyor. Herkes abis'inde farklı olduğunu düşünüyor. Diğerleri'nden kendini bir anlamda ayırıyor. Şöyle cümleler var slogan gibi., '' Her insan özeldir.'' Evet, bence de bazı insanlar özeldir; ama herkes özel değildir. Özel olmak için özel bir şeylere sahip olmak gerekir. Özel'liğin kendi doğasından dolayı da; özel insanlar toplumda azdırlar. Örneğin, engelli insanlar özeldir, milli sporcular özeldir. Hepimiz ufak tefek yeteneklere sahipizdir; gitar çalmak veya dilimizi yuvarlayabilmek gibi; ama özel olmak bambaşka. Bu özel olduğunu hissetme duygusu gereksiz kasıntılara sebep oluyor insanda. '' Ben normal bir insanım. '' diyebilmek, önce kendine sonra çevrene o kadar rahatlatıcı ki... Bu cümleyi kurmaya başladıktan sonra hayatım değişti.


Devam edecek...

8 Kasım 2016 Salı

Yedigöller Kampı



6 Kasım Pazar, gece 02:30: Heyecandan uyuyamıyorum. Yaz kampının üzerinden 2 ay geçti. Çadırda uyumayı, ateşin başında oturmayı ve doğayı çok özledim. 

Sabah 05:45: Erkenden uyandım ve son hazırlıklarımı yaptım.

08:00: İtü metro girişindeyim. 

Yolda olanları bekliyoruz. Zaten otobüsün kalkış saati büyük ihtimalle 08:30’du, klasik organizasyon kuralı 08:00 dediler. Ben de daha ilk tanışmada ayıp olmasın diye zamanında gideyim istedim. 

İTÜ Gezi Kulübü’yle ilk kampım olacak. Kulüpler şenliğinde standlarını gözden kaçırmıştım; daha doğrusu böyle bir kulüp olduğundan haberim yoktu. Üniversiteye girdiğim zamanda zaten yokmuş, kurulalı 3 yıl olmuş. Bu sene dağcılık kulübüne girerim diye düşünüyordum. Dağcılık kulübünün standına gidip ‘’ Dağa falan tırmanmak istemiyorum da, otostop çekip kamp kuranlarınız oluyor mu? ‘’ diye sorduğumda, onlar gezi kulübüne yönlendirmişlerdi sağolsunlar. 

Senenin ilk kampı 30 kişiyle olacak. Fazla kişiyle kamp kurmak eğlenceli olabileceği gibi riskli de. Gelecek kişilerle anlaşabilmen, uyumlu kişiler olması çok önemli. Yavaş yavaş ekip toplandı ve 08:50’de yola çıktık. 

Bir kamp fotoğraflarla, videolarla anlatılabilir; ama hiçbir zaman resim ve videonun, bir yazının yerini tutmayacağına inananlardanım. Anılar fotoğraflarla saklananabilir; ama duygular unutulur gibi geliyor bana. Hissettiğim duygularımı, düşüncelerimi unutmak istemiyorum ve o yüzden her geziden hemen sonra yazıyorum. 

Yolda İsmail’in yanına oturdum. Şehir planlama mezunu, yüksek lisans 3. senesi, şimdi Yalova Üniversitesi’nden hocalarla çalışıyormuş ve belediyelerin ulaşım işlerini yürütüyormuş. Okula ara verip tekrar başladığımdan dolayı, şu anki dönemim hep kardeşim yaşımda ve genelde zor anlaşabiliyorum. Ne zaman yaşıtım veya kendimden büyük biri görsem o kadar mutlu oluyorum ki. Şansıma İsmail’in yanına oturdum ve gidene kadar keyifli bir sohbetimiz oldu. Kamp boyunca zaten Emre, İsmail ve ben eküri olacaktık. Bu arada kampta kiminle sohbet etsem, hiçbir zaman dönemimle yaşadığım o yaş farkından kaynaklanan kafalarımızın uyuşamaması sorununu yaşamadım. Herkesin muhabbeti çok güzeldi. Yolumuz ortalama 4-5 saat sürecek. Hava gayet güzel. Gelmeden önce yapılan toplantıda çok soğuk olacak diye korkuttukları kadar olmayacağını belli etmek ister gibiydi hava. Yolda, gelenekleri vampir-köylü oynanırmış. Biz de eskiden il dışındaki ekiplerimizi bir araya getirdiğimizde kaynaşabilsinler diye katil-vatandaş oynatırdık. Birbirini tanımayan bir grup insanın kaynaşabilmesi için en güzel ve en basit yöntem sanırım. 17 kişi oynanınca biraz zor oldu tabi ki; ama güzeldi. İlk elden vampirler tarafından öldürülmesek daha iyiydi tabi. Kemal sırf 3 kişi arada sıkıştık diye öldürttü beni. 

Yolda Yedigöller’e beş kala Şehir Terası’nda mola verdik. Manzarası güzeldi; ama hava o kadar soğuktu ki hepimizin içine bir korku saldı. Dolambaçlı yollardan sonra Yedigöller’e vardık sayılır. Pazar günü olduğundan ve günübirlikçiler istilasından dolayı İstanbul trafiğini andıran bir trafik vardı. Otobüsten indik ve Yedigöller’e kadar 3 km yürüdük. Çadırlarımız otobüste olduğundan dolayı hemen kuramadık. Şoförümüz Aytekin abi iki saat sonra, saat 16:30 gibi gelin dedi. O süre zarfında biz de Büyük Göl’ü gezelim dedik ve parça parça indik aşağı. ( Gördüğümüz manzaraları yazıyla anlatmak zamanımı alacak. Burada fotoğraflardan yararlanabiliriz işte. ) Sadece yaz ve ilkbahar gezmek çok üzücü. Yılın yarısı boşa gidiyor ve doğa her mevsim ayrı bir güzelliğe bürünüyor. Sarıdan yeşile her tonun ayrı ayrı görüldüğü sonbahar mevsimi o kadar güzeldi ki… Yaprakların yağmur yağar gibi dökülmesi ise film sahnelerini aratmıyordu. Zaten bazı manzaralarda, fotoğrafçılar yarışıyordu resmen. Dirsek dirseğe tripodları kurmuşlar, balık tutar gibi sabırla o an’ı yakalamaya çalışıyorlardı. İsmail’le tam Çinlilerin Ankara gibi turistik olmayan, bize göre saçma yerleri gezmelerini konuşup ‘’ Abi burada niye yoklar ki?’’ diye gülerken küçük boylu, tatlı Çinli kardeşlerimizi gördük ve içimiz rahatladı. Yolda gelin ve damatları görüp mutluluklar diledik. Tüm gölü gezdikten sonra yukarı çıkıp çadırlarımızı aldık ve kurmaya başladık. Çadırları halka şeklinde kurup ortaya ateşi yaktıktan sonra tadı yaşanılmadan bilinmeyen ateş başı sohbetleri başladı. Oturasım hiç yoktu. Arkada tek başına semaverini yakmakla uğraşan Aytekin abiye gözüm takıldı. Biz burada 30 kişi sohbet ederken onun orada yalnız oluşu içime battı ve yanına gittim. Bir saat boyunca beraber çay içtik ve sohbet ettik. Benim hayranlıkla takip ettiğim Serdar Kılıç’ın yanına, bir ay boyunca bir firmanın çalışanlarını götürmüş. Onun meşhur dağ evini ve Wolftrack kampını anlattı, fotoğraflarını gösterdi. Çayı beraber bitirdikten sonra ateşin başına geçtim ve insanları izlemeye başladım. Sohbet etmek kadar insanları izlemek, ruh hallerini, düşüncelerini ayrı ayrı okumaya çalışmak eğlenceli geliyor. İnsanlar yemeklerini yiyip dağılmaya başladıktan sonra ben de ateşin başına oturdum. Tok olmama rağmen sırf keyfine -doğada bulduğum- çubuğumu bıçakla kerttim ve közün üstünde sucuğu pişirmeye başladım. O yanan ateşin üzerinde çubukta pişen sucuğun tadını tabldotta, tabakta yediğiniz hiçbir yemekte bulamazsınız. 

Grubun büyük bir kısmı gece gölün etrafını tekrar dolaşmak için aşağı indi. Biz 5-6 kişi ateşin başında kaldık ve hep beraber yemek yedik, sohbet ettik. Hatırlayabildiklerim Melodi, Fırat, İsmail ve Remzi vardı. Melodi’yle eskiden çok iyi olmamıza rağmen iki senedir hiç konuşmuyorduk. Bu kamp dostluğumuzun pekişmesine sebep oldu. Buna ikimiz de çok mutluyuz. Grup döndükten sonra tekrar ateşin başına geçildi; ama topladığımız küçük odunlar bitmişti. Koca kütükler de tutuşmakta zorlanıyordu. Kurtarıcımız Aytekin abi benzinle geldi ve resmen alevle dans etti, şov yaptı. Gece, odunların sönmesiyle saat 02:30 gibi bitti. Çadıra girip 5 kat giyindim. Uyku tulumu ve battaniyeyle Hakan’ın çadırında soğuktan hiç etkilenmeden sabaha kadar mis gibi bir uyku çektik. 

Ertesi sabah uyandığımızda çoktan masalar kurulmuş, kahvaltıya başlanılmıştı bile. Dönüşler her zaman üzücü olur. O yüzden pazartesi sabahını anlatmak pek içimden gelmiyor. İkindi vakti dört gibi yola çıktık ve İstanbul’a saat 21:30 gibi vardık. Zincirlikuyu’da inip yukarı çıktım. Evime taksiyle gitmek için sırada bekleyen taksicilerin yanına gittiğimde ise saçma bir şekilde taksiciyle tartıştık. Merhaba İstanbul, hoş bulduk.
 
Kampın En’leri: 

Tartışmasız en tatlı kişisi: Melodi 

En güzel espri: Pazartesi sabah, kendilerini genç gibi hissettiklerini kanıtlamak isteyen bir grup ablamız sabah yürüyüşünden gelirken bizi görüp ‘’ Merhaba gençlik. ‘’ demelerinin üzerine pat diye Kemal’in ‘’ Merhaba orta yaş. ‘’ demesi. 

En güzel soru: Gece ateş başında Fırat güzel kafasıyla bir anda, ‘’ Bir fast food olmak isteseniz ne olurdunuz? ‘’ sorusu. 

Ekürilerim: İsmail ve Emre. 

En mistik kişi: İrem 

En güzel gülen: Konuşmasıyla, kendi dilinde tatlı tatlı ettiği küfürlerle, Hinduizm’de yasak olmasına rağmen yediği ilk iner döneri anlatırkenki yüz ifadesiyle, Nepalli Rupesh

Kahranımız: Aytekin abi 

Gördüğüm en mütevazi ve kibirsiz yetkili kişi: Kemal 

Görünce bile nedensiz güldüğüm: Kerem 

En görev adamı: Kaan 

En kafası rahat, sandalyesiyle biraz uzakta oturup açtığı müziklerle geceyi renklendiren: Aral 

En Vampirler: Arka beşli; Begüm, Nihan, Nilsu, Delal ve Mine 

En masumumuz: Sanal 

En garip; ama sevecen : Fırat



7 Ekim 2016 Cuma

Sonbahar



Siyah dalgaların rüzgarın şiddetini bahane edip, dövercesine kayalara çarpmasını izliyorum. Sanki bana ulaşmaya çalışıyorlar. Hava kapalı, etrafta kimseler yok. Kumsal, yazın yorgunluğunu atmak istiyor sanki. İstenmediğimi anlıyorum; ama yine de burada sinir bozucu bir şekilde durmaya devam ediyorum. Sırf onlara inat duruyorum. Sanki gidersem pes edecekmişim gibi geldi. İçimden bu saçma düşünceler geçerken yağmur yağmaya başladı. Sanki kavgaya adam çağırır gibi arkadaşlarını çağırdılar. Gitmeyeceğim işte. Acayip sinir oldum. Yağmur abartısız bir saat yağmıştır. Sırılsıklamım; ama bir zafer kazanmış kadar mutluyum. Yenilmedim sana. Deniz duruldu, rüzgar duruldu, hava kapalı hala. İyi oldu size, kiminle baş ettiğinizi bilmiyorsunuz. Bu son cümleyi denize karşı bağırarak söyledim. Şimdi gidebilirim işte.

Otelime geldiğimde görevliler şok oldular ve neden gelmediğimi sordular. Hadi anlat kumsalgile sinir olduğum için gelmedim diye. Islanmayı seviyorum dedim. Resepsiyonda duran Kırşehirli Ahmet’in normalde mutfakta çalışan; ama iş olmadığı için lobide çay çekirdek keyfi yapan aşçıya ve Ertan’a attığı bakışı anladım. Benim sorunlu olduğumu düşünüyorlar. Sanki kendileri çok normal. Bütün sonbahar-kış sezonu boyunca ortalama günde iki müşteri için sabahtan akşama kadar lobide oturuyorlar. Neyse, yargılamak en doğal hakları, kullansınlar bakalım. Odaya geçip sıcacık duşa giriyorum. Hapşurmaya çoktan başladım bile, burnumun akması da cabası. Buz gibi banyonun fayanslarına değen sıcak suyun çıkardığı buharları hep çok sevmişimdir. Banyoyu iyice ısıttıktan sonra odaya geçmeden o sıcaklıkta üstümü giyiniyorum. Saçımı küçücük aynaya bakarak yalandan bir şekil verip kurutuyorum. Oda, yataktaki temiz; ama eski battaniye, duvara monte edilmiş, kumandasına bassan da açılmayan televizyon, odayı daraltan masa ve sandalye… Gördükçe içim sıkılıyor. Aşağıya, bu küçük sahile kısılıp kalmış küçük dünyalarıyla yaşayıp giden insanların yanına iniyorum. 

-          - Selamün aleyküm.
-          -  ( Hep bir ağızdan) Aleyküm selam. 

Ahmet ıslandığımı bildiği için hemen sobadan sıcak çay koyup getiriyor. 

-          - Buyur abi. Şeker şurada.
-          - Sağolasın Ahmet. 

Dönüp eski Bizimkiler dizisini nereden buldularsa izlemeye devam ediyorlar. Cemil’i özlemişim ben de gerçekten. Bekliyorum sormaları nereden geldin, ne iş yapıyorsun demelerini. Neden? Çünkü ben daha aydın, daha kültürlü, daha çok okumuş bir insanım. Bu yüzden beklediğimi anlayıp ben muhabbet açmaya çalışıyorum. 

-          - Ya beyler bahara kadar sıkılmıyor musunuz burada?  
       - Ertan: Sıkılıyoruz abi sıkılmasına da naparsın, ekmek parası işte. Fazla para harcamıyoruz zaten, az kazansak da biriktiriyoruz olanı.
-          -   Hocam senin ismin neydi?
-          - İsmim Özgür, aşçılık yapıyorum ben de.
-          - Biliyorum aşçı olduğunu da ismini bilmiyordum. Ben de Mahir, memnun oldum. Yemeklerin çok güzel, eline sağlık, aşçılık okuluna falan mı gittin?
-          - Yok  beyim, kendimiz öğrendik gençken. Sonra otellerde çalışmaya başladık işte.
-          - Ne güzel.

Zorla bir gülümsemeden sonra herkes diziyi izlemeye döndü. Ben sobadan tekrar çay koymak için doğruldum. Ahmet kalkmaya yeltense de elimle oturmasını söyledim. 

Odaya çıkıp not defterimimi ve kalemimi aldım. Elimdekileri görünce biraz garipseler de bir şey demediler. 

     7 Ekim 2016, Cuma, Saat 18:30. 

Ben Mahir, yaşadığı hayattan sıkılıp ismini vermek istemediğim, ismini paylaşarak esrarengizliğini bozmak istemediğim Karadeniz’deki bu sahile geldim. Küçüklükten beri yazdığım onlarca yazıdan birisi bu. Nasıl 20’li yaşlarda yazdıklarımı şimdi okuyup geçmişe dönme fırsatı elde ediyorsam bu yazıyı da yine ilerde okurum diye yazıyorum. Daha doğrusu şuan yazmak içimden geldi. Herhangi bir amacı düşünecek kadar iyi değilim. Bazen diyorum ki sen de keşke Ahmet gibi, Ertan gibi küçük bir hayata sahip olsaydın da bu lobide vaktini geçiremeyecek kadar çok düşünmeseydin. Nolurdu ki az düşünseydim biraz daha. Yaşadığım şehirden kaçtım geldim. İşi gücü bırakıp -izin alıp- geldim. Sıkıldım, çok şeyden sıkıldım. Hangi birini yazacağım. Yazmakla bitmez, bir de yazarken aklıma gelip yine sıkılacağım. 30’lu yaşlarımdayım. Yaşlanıyorum tripleri midir bunlar bilmiyorum. 20’li yaşlarımı çok güzel yaşadım. Heyecanlıydım, güzel hayaller kuruyordum. Ne var ki son birkaç senedir karamsarım. İş yerlerindeki üstü örtülü sosyal medya kullanma zorunluluğundan, whatsapp gruplarından sıkıldım. İş arkadaşlarımın, bir yerlere gelmiş bu insanların bile saçma sapan hikayelerini izlemekten sıkıldım. Sabahtan akşama kadar evimde oturup kitaplarımı okumak istiyorum. Bir de yavru bir köpek alırım. Tamamdır işte, daha ne isterim. Hayatın…

Bunları yazarken sobanın sıcağından olsa gerek uyuyakalmışım. Ateşim çıkmış, doktor çağırmışlar. Seslere uyanıp anladım neler olduğunu. Kendimi hiç iyi hissetmiyordum zaten. Doktor ilaçları yazıp Ahmet’e verdi. Ben de odama geçtim. Sağolsun Ertan odaya bir tane daha ısıtıcı getirdi. Ahmet ilaçlarıyla bir yarım saat sonra geldi. 

-         - Abi ilaçların burada, üzerinde yazıyor nasıl içmen gerektiği. Ben sana güzel bir hasta çorbası yaptırıyorum şimdi. Geçmiş olsun. İki güne kalmaz iyileşirsin inşallah. Bir isteğin olursa telefonla ararsın.
-        -  Sağolasın Ahmet, seni de yorduk kusura bakma. İlaçların ücretini hesabıma eklersin.
-         - Yok abi olur mu öyle şey, ne olacak. İyileşmene bak sen, hadi geçmiş olsun, çorbayı Ertan’la yollatırım buraya.
-         -  Sağolasın Ahmet.

Küçük dünyaları olan, ilk başta soğuk duran bu insanlardan gördüğüm yakınlık beni gerçekten şaşırttı ve duygusallaştırdı. Daha yeni içimi daraltan oda iki ısıtıcının da etkisiyle sanki tatlı bir yer oldu gibi. Kendimi hiç olmadığım kadar mutlu hissediyorum. Hasta olmama rağmen içim hiç olmadığım kadar huzurlu. İlaçları alan Ahmet’e, hasta çorbası yapan Özgür’e, az sonra çorbamı getirecek Ertan’a kendimi o kadar yakın hissediyorum ki. 

Çorbayla gelen Ertan’a televizyonu açtırıyorum.

-       -   Sağolasın Ertan, hepinize zahmet oldu.
-        -  Estağfurullah abi, geçmiş olsun. Bir isteğin olursa ararsın aşağıyı. 

Televizyonu biraz kurcaladıktan sonra Adile Naşit ve Münir Özkul’un oynadığı çok güldüğüm sirke-limon tartışması olan filmi buluyorum. Keyfime diyecek yok. Çorba da o kadar güzel olmuş ki. Bu çorba beni gerçekten ayağa kaldırır. 

İki gün içinde iyileşmiş bir şekilde aşağıya iniyorum. Sonbaharda ağaçların yaptığı gibi bana ağır gelen yapraklarımı bir umut dökerim diye geldiğim bu otelden mutlu ve güzel dostluklar kurmuş bir şekilde bir saat sonra ayrılacağım. 

Lobiye indiğimde televizyon yine açık olmasına rağmen herkes ayaklanıyor. 

-         -  Gidiyor musun abi, kalsaydın daha?
-        -   Beyim biraz daha toparlasaydın kendini, yolda yorulup yine kötü olma.
-        -   Sağolun beyler, gideyim artık, iznim bitiyor, iki gün sonra iş başı yapacağız. Hepinizden Allah razı olsun. Gelin az oturalım, daha gitmeyeceğim. Sizinle az laflayalım. Çayımız yok mu Ahmet?
-         -  Olmaz mı abi.

Çaylarımızı doldurup güzelce sohbet ediyoruz. Sanki hastalığım, sadece benim onlarla olan ilişkimi değil; herkesi birbirine yakınlaştırmış gibi. Çok garip. 

Kalkmaya yakın hasta olmadan önce yazdığım yazıyı onlara okuyorum. Daha iki gün önce neredeyse iki senedir yaşadığım karamsarlık halimden bahsediyorum. Hepsi dikkatli dikkatli beni dinliyor. İki gündür hiç tanımadığım insanlardan gördüğüm bu ilgi beni kendime getirmeye yetti. Bunu da açık açık onlara söylediğimde yüzlerindeki o gülümsemeyi ve tevazularını hiç unutmayacağım. Üçüyle de candan sarılıp vedalaşıyoruz. 

-          - Yine bekleriz Mahir abi, yolun açık olsun.
-          - Görüşürüz beyler, yine geleceğim ilk fırsatta, Allah’a emanet olun. 

Dönüş yolunda arabada keyifli bir radyo programı açıp dinliyorum. Aslında dinlemekten çok düşünüyorum. Nasıl oldu? Ben nerede eksik yapıyordum iki yıldır? Ne oldu da şimdi iyiyim? Çok saçma geliyor bir yandan, bir yandan da kocaman şehirde sanki kendimi kapana kısılmış gibi hissettiğimi fark ettim. Böyle bir tatili çok daha önceden de yapabilirdim. Yarım saat düşüncelerden düşüncelere geçtikten sonra bir karar veriyorum. İstanbul’a dönünce ben de hiç tanımadığım insanlara, vakıf olabilir, dernek olabilir, yardıma ihtiyacı olan insanlara yardım edeceğim. Onların hayatlarının bir parçası olup yüzlerini gülümseteceğim. Bu tatili, bu tecrübeyi hiç unutmayacağım. Şimdiden yüzlerini bile görmediğim insanların yüzlerindeki gülümsemeyi görüp mutlu oluyorum. Çok şükür. Daha önceden de çok tecrübe etmeme rağmen yine kandım. Hiç bitmeyecek zannettim. Bu geçirdiğim zor yıllar da demek ki böyle güzel bir olaya ve bundan sonra yaşayacağım ve yaşatacağım mutlu günlere gebeymiş. Siyah dalgalar, kumsal, yağmur, rüzgar hepinize çok teşekkür ederim. Sonbahar sana da teşekkür ederim. Ben yapraklarımı döktüm bile. Üzülürdüm hep yapraklarını döküyorsun diye. Gerçekten rahatlatıyormuş insanı. Sıra sende, kolay gelsin.